EMRE ÖZTÜRK
Tüm zaman ve mekânların yerlilerinde, aslında yabancıları ayırma, dışlama, sürme ve yok etme yönündeki çılgın çabalara rastlamak mümkündür (Bauman, 2000: 20). Peki kimdir bu böyle kurtulmak, arınmak ve yerlilerin hijyen içinde kendilerinden uzak tutulmasını arzu ettiği yabancılar? Bauman’ın deyişiyle, “karışıklığa meydan vermemek için, baştan yabancının basitçe bilinmedik bir kişi –iyi tanımadığımız, her yönüyle tanımadığımız ya da hiç tanımadığımız bir kişi- olmadığını kaydedelim. Yabancıların dikkate değer özelliği büyük oranda bildik olmalarıdır; bir kişiyi yabancı olarak kabul etmek için, öncelikle onun hakkında hiç olmazsa birkaç şey bilmem gerekir. Her şeyden önce, onların tekrar tekrar, davetsiz olarak benim görüş alanıma girmeleri lazımdır: Öyle ki ben onları yakın çevremde görmeliyim: İstesem de istemesem de onlar kesinlikle benim yaşadığım ve ayrılmadığım, ayrılma işaretleri de göstermediğim bir dünyada yaşarlar. Böyle olmasalardı, yabancı değil, olsa olsa ‘hiç kimse’ olurlardı” (Bauman, 2013a: 66). Bu yönüyle, yabancıların en çarpıcı ve en can sıkıcı özellikleri ne komşu ne de yaratık olmalarıdır. Ya da daha doğrusu –kafa karıştırıcı, rahatsız edici, ürkütücü bir şekilde- her ikisidirler (ya da olabilirler –kim bilir?). Komşuya benzer yaratıklar. Yaratık komşular. Diğer bir deyişle yabancılar. Yani toplumsal olarak uzak, ama fiziksel olarak yakın olanlar. Fiziksel olarak erişilebilir olan yaratıklar. Toplumsal menzilin dışında kalan komşular. Yabancılar, hiç kimsenin ülkesinin –normsuz ya da yönelimi imkânsız kılacak kadar az kuralın olduğu bir alanın- sakinleridir. Bu nedenle altüst edici bir şekilde kararsız ve tehlikeli olmaya ve başarı güvencesi taşımamaya mahkûm olan bir ilişkinin failleri ve nesneleri halindedirler. Yabancılarla ilişki her zaman bir uyumsuzluktur; çünkü yabancının statüsüzlüğünün ya da karışık statüsünün yarattığı kural azlığı ya da kuralların uyumsuzluğu anlamına gelir (Bauman, 2011b: 188). Bu yüzden, bizim için normal ve doğal olan, bizim hayat tarzımızdan “doğmuş” olan ne varsa onlar için tuhaf, bazen de şaşırtıcıdır. Onlar bizim tartışma götürmez yolumuzun erdemine akıl sır erdiremezler (Bauman, 2013a: 71). Dolayısıyla, yabancılar saldırgan bir şekilde davranmasalar bile, onlara bilinçli ya da bilinçsizce kızılır, “bilinçaltınca” rahatsız edicidirler: sadece varlıkları bile, zaten yeterince göz korkutucu olan hareketlerimizin sonuçlarını ve başarılı olma ihtimallerini hesaplama işini, yapılması neredeyse imkânsız hale getirir (Bauman, 2013b: 81). Yabancılara, yani yalnızca tanıdık olmamaları ve bu yüzden de önceden kestirilemez ve şüpheli olmaları sebebiyle hınç duyulur. Bu hınç, korkulan akışkanlığının canlı ve somut tecessümü olan insanlaradır. Bu insanlar, parçalarına ayrılmakta olan dünyanın doğal ruhunu temsil eden, bu dünyayı protesto etmek için de yakılan, doğal, hemen el altında bulunan kuklalar olarak; dini bütünlerin düzgün hayatlarını tehdit eden kötü ruhlara karşı yapılan şeytan çıkarma ayinlerinin doğal aksesuarları olarak iş görürler (Bauman, 2010: 37). Ancak günümüzde, yabancılara yönelik bir şeyler yapmak artık düzenleme kaygılarının işlerinden bir diğeri olmaktan çıkıp, tam merkezine oturmuştur. Akışkan dünyada yabancılar da artık rutindençıktığı için, şeylerin arı tutulmasının rutin yolları da değişmiştir. Sürekli değişen bir dünyada, her tarafa yabancı korkusunu yayan kaygı bütün bir günlük yaşamı istila etmiş ve insan yaşamının her köşesine yayılmıştır (Bauman, 2000: 22). 21. Yüzyılın savaş mağdurları, yerlerinden edilmiş ve gezegenin dört bir yanına savrulmuş milyonlarca insan, neredeyse bulundukları her yerde üzerlerinden atamayacakları bir yabancılığa mahkûm edilmiş durumdadır. Mülteciler, akışkan modernite çağının en bilindik yabancılarıdır.
Günümüzde hınçlanılan yabancılar arasında başköşe, mültecilere, sığınma talebinde bulunanlara, dünyanın yoksul bölgelerinden gelen hepten yoksul sürgünlere bırakılmıştır. Bu insanlar, kapılarımızı çalıp güvenliğimizin tam da ne kadar güvensiz, rahatlığımızın ne kadar dayanıksız ve korunmasız olduğunu, huzurumuzun ve dinginliğimizin ne kadar yetersizce korunduğunu hatırlatırlar (Bauman, 2010: 37). Yüzbinlerce insan yuvalarından kovuluyor, katlediliyor ya da hayatlarını kurtarmak için kendi ülkelerinin sınırlarının ötesine kaçmaya zorlanıyor. Görünüşe göre, modernliğe geç girenlerin (aldatıcı bir şekilde hilekârca“gelişmekte olan ülkeler” adı verilenlerin) topraklarındaki tek gelişen sanayi, seri mülteci üretimidir (Bauman, 2010: 37). Küresel sınırın insani atığı olan mülteciler, yabancıların cisimleşimidir, mutlak yabancılardır, hınç duyulan ve her yerde nefret ve kinle karşılanan yabancılardır. Bizatihi kendileri yersiz olan yerler, yani sıradan turistlerin seyahatlerinde kullandıkları haritalarda görünmeyen “hiçbir yer olmayan yerler” dışında, her yerde yersizdirler (Bauman, 2010: 38). Akışkanlığın hüküm sürdüğü gezegende, başlarını sokacak bir çatıları ve hiçbir hakları olmayan bu insanlar, yasa karşısında eşit olmamaktan değil, kendilerine layık görülen kötü muameleden şikâyet ettiklerinde başvurabilecekleri ya da koruma talep edebilecekleri, kendilerine uygulanabilecek hiçbir yasa olmamasından dolayı ıstırap çekerler (Bauman, 2012a: 175). Onlar, Bauman’ın deyişiyle, devletsizdir, ancak yeni bir anlamda devletsizdir; devletliklerinin ait olabileceği devletin mevcut olmamasıyla devletsizlikleri tamamen yeni bir düzeye çıkmıştır (Bauman, 2010: 37). Bir süre yerleşik kalsalar bile, varacakları yer (gidecekleri ya da geri dönecekleri yer) belirsizliğini, “nihai” diyebilecekleri bir yer de ulaşılmazlığını koruduğu için asla nihayete ulaşmayacak bir hareket halindedirler. Kendilerini asla içlerini kemiren geçicilik hissinden, herhangi bir yerleşimin belirsizliğinden ve iğreti doğasından kurtaramazlar (Bauman, 2010: 38). Çünkü “onlar yer değiştiriyor değildirler, yeryüzündeki yerlerini yitiriyorlar” (Bauman, 2012a: 189). Mülteciler ve dışarda tutulması gerekenler kategorisindekiler büyük miktarlarla ifade edildikçe, bu artışa yol açan ileri demokrasi öncüleri, kapılarını bir bir kapatmaya ve kendilerini sebep oldukları bu göç dalgalarından yalıtık tutmaya yöneldiler. Klasik gözetimle beraber yasaklayıcı ve “dışarda” tutmaya yönelik bir politika adet haline geldi. Sözgelimi, bugün “Avrupa Birliği’nin devlet adamları zamanlarının ve beyinsel kapasitelerinin büyük bölümünü, hudutları kapamak ve sağlamlaştırmak için giderek daha sofistike yollar düşünmek, her şeye rağmen hududu geçmeyi başarmış olan ekmek ve sığınak talepçilerinden kurtulmaya en elverişli prosedürleri bulmak için kullanıyorlar” (Bauman, 2012a: 191). Kısa zaman önce, Trump’ıngöçmenlerle ilgili olarak izlediği, “hariçte tutmak” yönündeki politika bu durumun başka bir örneği olarak anılabilir. Daha “merhametli” alternatif seçeneklere yönelen bazı demokrasilerde ise, mülteci kampları, kötü koşullar ve yoksunluklar içerisinde mültecilerin pek çoğu için “yersizliğin ebedileştiği konak yerleri” olmaktan kurtulamamaktadır.
- Sponsorlarımız -
Güvenlikçi ve disipline edici uygulamanın bir başka versiyonu, doğrudan “hariçte tutmayı” amaç edinmiş yeni uygulaması kendisini en iyi mülteci kamplarında gösterir. Mülteci kampları, dışarda tutma, yalıtma ve “ayıklama”yamaruz kalanların, rotası olmayan, hayatta kalma ümidiyle yol almış milyonlarca savaş ve terör mağdurunun toplanma yerleridir. Bauman’a göre, bir mülteci kampı, haritadaki tüm yolların tükendiği ve tüm hareketin durakladığı bir aktarma durağıdır. Kamplar katiyeti sızdırır; varılacak noktanın katiyetinden ziyade, geçiş durumu kalıcı duruma dönüşür, taşlaşıp kalır. Mülteci kampı adındaki bir yere atanmış olmanın tek anlamı, diğer tüm makul yerlerin yasak bölge ilan edilmiş olmasıdır. Bir mülteci kampı üyesi olmak demek bir yabancı, farklı bir beden, dünyanın geri kalanı için davetsiz bir misafir olmak demektir; kısacası insanlığın geri kalanın paylaştığı dünyadan tahliye edilmiş olmaktır. “Tahliye edilmiş olmak”, sürgün pozisyonunda sabit kalmak, bir mültecinin kimliğinde olması gereken ve zaten olan tek şeydir (Bauman, 2014b: 226-227). Dolayısıyla, bir mültecinin kampın içinde olmasının tek anlamı dünyanın geri kalanında (etrafını ban-optik aygıtlarla çevirmesi için o dünyaya meydan okuyan) bir dışarlıklı, yabancı bir beden ve davetsiz bir misafir olmaktır; yanı kısaca söylemek gerekirse bir mülteci kampının sakinlerinden olmak, insanlığın geri kalanının paylaştığı dünyadan dışlanmak demektir. Bir mültecinin kimliğinde olan ve olması gereken de yalnızca “tahliye edilmek”, sürgün durumunda sabitlenmektir (Bauman ve Lyon, 2010: 70-71). Ne var ki, tahliye, onların bir aidiyet geliştirecekleri bir mekâna dâhil oldukları anlamına gelmez. Yer yitiminin aidiyetsizliği, bulundukları hiçbir toprak üzerinde peşlerini bırakmaz. Bu yönüyle, “mültecilerin ortak sıfatı yerdışılıklarıdır: Gerçekten bir yerde değildirler; fiziksel olarak işgal ettikleri yerin ‘içinde’ ama o ‘yere’ ait değildirler (dünya gezginleri birbirini izleyen akıp giden anların içindedir, mülteciler ise sonsuzca uzayan bir an silsilesi içindedir) (Bauman, 2012a: 194). Dolayısıyla “kamp” denen şey bir yerden bir yere yapılan yolculuk sırasında uğranan bir ara istasyon, konaklama yeri veya motel değildir. Haritası çıkarılmış bütün yolların tükendiği ve bütün hareketin nihayete erdiği istasyondur; üstelik bu mahkûmiyetin bir gün biteceğine dair hemen hiç umut yoktur: Gittikçe daha fazla sayıda insan, hayatları boyunca başka hiçbir yeri görmeden kamplarda doğmakta ve ölmektedir. Kamplar buram buramnihailik kokar; ama bu nihailik varış noktasının değil, bir daimilik durumunda donup kalan geçiş durumunun nihailiğidir(Bauman ve Lyon, 2010: 70). Mülteci kamplarının bu yapısı, onların amaçlı, önceden programlanmış ve dâhili bir geçiciliğin damgasını taşımalarına yol açar. Zira bütün bu yerleşimler hem zaman hem de mekân içinde bir delik olarak, kimlik oluşumuna ve toprak vermeye ilişkin zaman silsilesinin geçici olarak askıya alınması olarak düşünülmüştür (Bauman, 2012a: 194). Mülteci kampları bu yönüyle, bir “donmuş geçicilik” halidir. Yani geçiciliğin sürekli, kalıcı hali; parça parça anlardan oluşan, ama bu anların hiçbirinin sürekliliğe katkı sağlamak şöyle dursun, sürekliliğin bir parçası olmadığı süre. Mülteci kampında kalanlar için, uzun vadedeki sonuçlara dair beklentiler deneyimin parçası değildir. Onlar kelimenin tam anlamıyla günü birlik yaşarlar; gündelik yaşamlarının içeriği, günlerin birleşip ayları ve yılları oluşturmasından etkilenmez (Bauman, 2012a: 195).
Kısacası, akışkan modernitenin zayıf(laştırılmış)-devletlerle dolu, parçalanmış, merkezsizleşmiş, belirsizlik ve güvensizlikle anılan dünyasında, mülteciler ve genel anlamda yabancılar da, modernitenin “sıvı” halinden payına düşeni almıştır. Yabancılara ilişkin, hiçlik, yersizlik ve dışlanmışlık istisnai olmaktan çıkıp, küresel çapta hâkimiyet kazanan bir kural haline gelmiştir. Liberal hayaller sunan her demokrasinin sınırında bir toplama kampı, yer yitirenlerin, yersizliklerinin damgası haline gelmiş bir “kapatılma” alanı bulmak mümkündür. Küresel çaplı sorunlardan kaynaklanan yerel göçler, mağduriyeti ve yersizliği yaratan acımasız kapitalist rekabetin gölgesinde, sığındıkları yerel güçlerden bir medet uman ve çaresizce yardım eli bekleyen milyonlarca mülteci ve sığınmacıyı her geçen gün rutin hale getirip kendi türüne yabancılaşmış bir insanlığın yabancılarına dönüştürmektedir.