MUHAMMED CAN
Eserlerinin Türkçeye kazandırılması ile birlikte Türk İslamcılar arasında filizlenen “sancılı dönemi” de beraber getirmiştir. Yani; onun bizde var olan sorunlara bakış açısı, üslup ve aktiviteliyi ile İslamcı-Arap geleneğinden beslenen, İslamî çıkışların prim yaptığı, dahası fikrî ve felsefî oluşum olarak zemin bulan Türkiye’de, “özeleştiri” metotlarının şekillenmesinde rol oynadığı, zayıf ta olsa söylenebilir.
Nitekim Şeriati ile Seyyit Kutup farklı arınmayı çağrıştırır. Kutup; “Küfür” kavramında yoğunlaşıp sivilde çatlak oluştururken, Şeriati “Bilgi” eksenli “ontoloji” sınıf özlemindedir. Böylece Kutupçu İslamcı kesimler /kendini aşmak-aşamamak/ döngüsü içinde yoğunlaşarak amipli çoğalmaya zemin oluşturur. Bunun ötesinde “Lokal” çıkışlar yapan bazı Marjinal gruplar, her iki düşünürün verileri ile yeni “sentez” oluşturmanın gerekliliğini gerçeklik olarak algılayıp adeta Muaviye ile Ali’yi barıştırma sendromlarını, İslami hareket olarak algıladı!
O’nun, İran halkı için geçerli ve yerindeki tespiti “ne yapmalı?” Bu gün genelde İslam dünyasının, özelde Türkiyeli Müslümanlar olarak ulaşamadığımız aşamanın sözsel kritiğini taşıyor.
- Sponsorlarımız -
Oysa Türkiyeli devrimci İslamcılar, “nasıl anlamalı?” aşamasını henüz geçebilmiş değil.
Neyi nasıl anlamalı?
Ne-nasıl? Bizde olmak/olmamak arasındaki geçişte güçlü bir soru/n olarak güncelliğini koruyor! ‘‘İlginç olan şu ki soruna çözümsüzlük arayışının adını, çözüm arayışı, adı altına güncel kalmasına zemin hazırlayan etkenler kendilerini İslamî değerlere vakfetmiş oluşumlardan kaynaklanıyor olması!’’
Şeriati’nin kişisel olmazsa olmazları veya kutsalları ve değerlerine sadık kalma ısrarcılığı, ona saygınlık payını kazandırmış oldu.
O’na göre İslam’da kınanma vardı. Kınanmanın en şiddetlisi dini dinara satmaktı ve değerler dünyasının içinde bize âit özellerimiz var ve katkısız değerlendirilmeliydi. Ancak, karşı değerleri tamamen reddetmek, faydalanmamak anlamına gelmemeliydi. Bilgi müminin yitiği ve nerede olursa elde etmeliydi. Dua’sında; “Ya Rabbi! Beni sürekli uyanık ve bilgili kıl ki; bir kimseyi ya da bir düşünceyi olumlu-olumsuz iyice tanımadan önce bir yargıya varmayayım.” Tümcesi, bu tespiti desteklemektedir.
- Sponsorlarımız-
O’na göre; ‘‘Kalem’in; onuru, bedeli ve dili vardı.’’ Zira, onu ve kalemi yaratan Allah, ayetinde kaleme ant içmişti.
‘Onuru’; hiçbir grup, cemiyet hareket ve oluşuma hizmet etmeyecek kadar Azizdi.
‘Bedeli’; Ekmeğini yediği halkına, suyunu içtiği vatanına ihanet edenlerin, kirli oyunlarını ifşa etmesi. Her daima hakkı savunmaktı. “İlahî! Beni ülkülerimin mutluluğuna çekme! Büyük ıstırapları, sonsuz gamları, ilginç tuhaflıkları ben ruhuma da tattır! Lezzetlerini hakir kullarına verirken benim canıma da aziz dertlerini bağışla!” /Dua’dan.
- Advertisement -
‘Dili’ ise; Zer, zor, tezvir’in karşısında doğruları yazmaktı. ‘Kaleme içilen And’ın gizemi ise toplum yazgısının değişimi’ olmalıydı!
O, Kalem’inin susuzluğunu, inancının Beng-i suyu ile giderdi. Böylece kalem ve Şeriati, birlikte derûnî dünyalarını ve toplum yazgısının içini olduğu gibi dışa yansıtmaya adandılar.
O; “Reyting” yapma peşinde koşan, “Plaza medya” Kalemşorlarından olmadığı gibi, bu tür kalemşorlara karşı durmayı sorumluluk bildi.
Toplumun gam, keder ve kahır yükünü, kalemin onurunu korumayan “Kalemşorların vebali” olarak algıladı.
Gündemine alacağı konuları “Londra”, “Paris”, “New York” gazetelerinden seçmez. İsyan ve feryat kokan sorularını, toplumun bağrını yakan “acılı yazgılarından” alırdı. Kalemin ucunu mürekkebe değil, gönlündeki dertlerine banıp öyle sayfaya tuttuğu, eserlerinde buram, buram tüten sadakatten, vefadan anlaşılıyor.
Sünni ya da Şia dünyasındaki klasik mezhep anlayışının ötesinde ümmet ruhu taşıyan bir kişilikti. Bundan ötürüdür ki; Bütün olan İslam ümmetinin vicdanlı bireylerin iki kesiminde de diri kalmayı başarandır. Dahası; Şeriati’nin ümmet anlayışında Asya, Afrika, Latin Amerika halkının ezilenleri de yer alır. Bunun için “mazlumun dini sorulmaz” İslamî ilkeyi benimsemişti. “İlahî! Dinlere, Âdem’in topraktan yaratıldığını hatırlat ve de ki: Her maddî belirti ancak Allah ile anlam kazanır ve her gaybi belirti de ahiret ile. Ve eğer din, ölümden önce kullanılmazsa işe yaramayacaktır. Ölümden sonra ise hiç bir işe yaramayacak ve kullanılmayacaktır.” /Dua’dan
Onun en geçilmez sloganı: Değerleri ve zenginlikleri Batı hedonizm ve emperyalizm ‘inin yerli işbirlikçileri ile talan edilmiş ve yağmalanmış, coğrafya ile ümmetin feryadıydı. Ona göre aydın bir insanın bunu görmemesi/görememesi ve karşı durmaması ihanet, değilse gafletle özdeşti. Aydının değeri ise; milletinin sahip olduğu İlâhî/manevî değerlerin Kriterlerine olan saygısı ve bu Kriterlere uyumluluğu ile ölçülebilirdi.
Eserlerinden tekil faydalanıp sonuca varmak istediğimizde ikilem oluşabilir. Bilgi susuzluğundaki toplum ve fertler için eserlerinden cüzî faydalanmak olumluluktan öte olumsuzluğu çağrıştırır. “Hubut” bu tespite iyi bir örnektir. Kullandığı alegorik cümleleri anlamak için dimağı yormak gerek.
“ÇÖL” (Kevir)’de İlâhî insan olmak ve bu sorumluluğu taşıdığını hissettirir. Ancak bu intiba ve sorumluluğun sınırı ve içinin doldurulması konumuz değildir. Şüphesiz okunması gereken, en değerli eserlerindendir.
ÇÖL(Kevir)’e yaklaşımımız: Yeni bilgilere ulaşmak korkunun değil, aksine korkuyu yenmenin basamağı olarak değerlendirilmeli. Tarihe yön veren değerli medeniyetlerin yükselmesi, toplumun zihninin yükselmesi ile orantılıdır.
Üstad Şeriati bu satırlar ile tanımlanamayacak kadar üstün düşünceler taşıyan, daha çok yorum, ‘‘yazı, konferans, panel, kitap’’, vesâir etkinliklerle anlaşılmaya muhtaç bir kişilik olarak bizi bekliyor.
…Ve biz de ona vefa borcu olarak diyoruz ki
Sen’din; Gönlüme damla, damla akan ey “mum!” Damlayan gözyaşındı, gözünden değil gönlünden, gönlüme. Ey “mum”! Hazin, hazin erirken, bana sorduğun soruydu. Ben Neyim? ‘Sen’ değil, ‘Ben’ neyim? ‘Sen’; “mum” idin, kendini benim için yakarak, eriyip yok oluşunu sandığım o günün adından. Nazlı, nazlı parlayan ‘MUM’…