GÜRGÜN KARAMAN
I
Modern dönemle birlikte felsefe analitik, empirik pozitivist mantığa indirgendiği için iflas etmiştir. Felsefe artık burada “bilgi/bilgelik sevgisi” değildir. Hele hele geç kapitalistleşen ve pozitivist depremin şoklarını yeni hisseden Ortadoğu toplumları için felsefe, dini ve manevi geleneklerle mücadele etme, onları tasfiye etmenin bir aracına dönüştürülmüştür. Oysaki kadim dönemlerde felsefe “hikmet” olarak tanımlanmıştır.
İlk Müslüman filozof olarak kabul edilen el-Kindî’ye göre felsefe “hikmet sevgisi”dir. 12. Yüzyılın büyük Kürt düşünürü ve İşrak filozofu olan Şihabeddin Sühreverdi de felsefeyi (felasife/hikmet) en yüce ve ilk hikmet olarak ele alır ve felsefeyi asla irfanın dışında düşünmez. Felsefe ve irfan, onun işraki sisteminde birlikte hareket eder.
- Sponsorlarımız -
Aynı şekilde 13. yüzyılda İşrakiliğin ilk yorumcusu ve yine büyük bir Kürt düşünür olan Şemseddin Şehrezori de aynı tavra sahiptir ve insanlık tarihinin tüm felsefi/irfani birikimini Nüzhet’ül Ervah Tarihü’l Hukema adlı eserinde bir araya getirir. Felsefe ve irfanın birlikte oluşu, Kürt düşünce tarihinin karakteristik bir özelliği olarak tarih boyunca felsefe ve irfan ırmağını canlı tutmuştur.
Hikmet, aklın bir konudaki müktesebatını tamamlaması ve her türlü olay, olgu ve var oluşun derinliğine inip onu ontolojik bir yoruma tabi tutmasıdır.
Modern dünya, her şeyi veriye/dataya indirgeyen, sadece sayısal olana/rakamlara inanan bir dünyadır ve bu dünyada artık “doğru” olan değil “ispat” edilebilir olan geçerlidir. Analitiğe ve emprik/deneysel olana indirgenen bir dünyada, modern bireyin tüm mental yapısı çökmüş, nörolojik sistemi paramparça olmuştur. Bu şizofrenik yırtıkta mental ve manevi bir entelektüalizm değil, salt akla dayalı analitik ve katı rasyonaliteye iman etmiş lümpen/paçoz bir entelektüalizm hakimdir.
Hâlbuki insan kendisini salt akıl olarak idrak etmez; insan, akıl ötesi metafizik bir varlıktır aynı zamanda. Burada mental ve manevi doğruluk, her zaman için salt akla dayalı pozitivist mantıktan daha önceliklidir. Aklı, kendinden menkul bir cevher olarak kabul eden modern çözümlemeler, manaya değil maddeye endekslidir. Çünkü burada aklın sınırı maddedir. Akıl, maddi olana toslayıp onu mutlak hakikat olarak algıladığı için aklın sınırı da maddenin sınırıdır ve günün sonunda bu aklın iflas etmesi, her şeyi talan ve tahrip etmesi de kaçınılmazdır. Bugün için insana lazım ve acil olan temel şey âlemin maddi değil manevi bir yorumudur.
İşte Baba Tahir-i Uryan, radikal bir hermenötikçi, keskin bir diyalektiğe sahiptir ve o, âlemin manevi bir yorumcusudur. Bu anlamda Baba Tahir, aklı son sınırına kadar sürer ve “İlmin sonu cehalet, aklın sonu hayret, marifetin sonu ise teslimiyettir.” der. İşte bu tavır “irfani tavır”dır.
- Sponsorlarımız-
Baba Tahir’in felsefesi ve irfanı, çağları aşan bir derinlikten akar gelir. O, irfan geleneğimizin ana kaynağıdır. Arif için marifet, akıl ötesi bir tavır olup salt akli bir tavır değil, hem akli hem kalbi bir tavırdır. Akıl bu dünyalıdır ve duyularla hareket eder. Akıl ve kalp, iki keskin kategori değil, diyalektik işleyen ve birbirini besleyen iki kutuptur.
Bu iki kutup arasındaki gerilimden kurtulmanın yegâne yolu da onları çakıştırmaktır, sentezlemektedir. “Akıl, akli bir tavır olarak kulun kendisinden zuhur eder ve kendisi içindir, bu nedenle salt aklı marifet kılan, aklına ibadet eder Hakk’a değil.” Oysaki marifet, akıldan sonraki kalbi bir tavırdır, hem Hakk-ı Evvel’in muradıdır, hem kulun muradıdır. Hakk’ın muradı önceliklidir. Marifet makamında Hakk’ın muradı arif olduğu için ve arif de “O’ndan O’na doğru” hareket ettiği için buradaki yaşam salt el-Hakk için olur. Büyük Kürt düşünür Aynü’l Kudat Hemedani’ye göre “Aklın sınırı, akıl ötesi tavrın başlangıcıdır ve akıl ile aklın sınırı birbirine bitişiktir.” Felsefe akli bir tavır, irfan kalbi bir tavır olup ikisinin sınırları birbirine bitişiktir.
Baba Tahir ile başlayan bu irfan çizgisi mekanik değil, manevi bir diyalektiği esas alır ve irfanın temeli “insanın kendisini bilmesidir.” Dilin sınırları zorlanır, dil ötesi olan alandan insan olmanın huzuru tecelli eder. Burada “Manalar belli olduktan sonra lafızların bir önemi yoktur.” (Aynü’l Kudat Hemedani’ye).
- Advertisement -
Baba Tahir’in bilgi, felsefe ve irfan sistemine girmeden önce bu yazımızda onun mübarek hayatını ele alacağız.
II
Baba Tâhir Uryân 11. yüzyılda yaşamış, fikirleriyle, tasavvufi-felsefi görüşleriyle, dubeytileriyle (çift beyit), çarinleriyle (rubai/dörtlük) tarihe damga vurmuş büyük bir Kürt şahsiyettir. Şiirlerini Kürtçe’nin Lurî ve Goranî lehçesiye yazmıştır. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’le aynı çağda yaşamıştır. Hayatı hakkında kaynaklarda yeterli bilgiler tespit edilememiştir. Çok geniş bir yelpazede sadece dubeytilerine ve çarinlerine yer verilmiştir.
Emin Zeki Beg “Kürt ve Kürdistan Meşhurları (Meşahir-i Kurdu Kurdistan)” adlı eserinde Baba Tâhir hakkında geniş bilgi verir. “Baba Tahir, şiir ve gazellerini açık yazmadığı için bunların anlamlarını kimse çözemiyordu. Bir keresinde, “Ben kapta bir denizim. Benim halkım (Qed) Elif (bin) başka bir(bin)i giymiştir” demiş.
Mirza Mehdi Han, bu bilmecesini şöyle açıklıyor:
“Gerçek (Elfket) 215’dir. Derya, ebcet hesabıyla Tahir’in anlamını taşıyor. Eğer Qed Elife yani 215’e Elif’i=III ilave edersek 326 (M.938) olur. Bu Baba Tâhir’in doğum tarihidir. Yani H.326 yılında doğmuştur.” Rahatü’l Sudur adlı kitap, onun yaşamı hakkında doğru olmayan bilgiler vermektedir.
Bu kaynağa göre H.447 (M. 1055) yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Hamedan’a geldiğinde Baba Tâhir, “Sen nasıl gelip İslam’ın içinde iş yapıyorsun?” diye ihtar eder. Bu ihtar, Tuğrul tarafından dikkate alınır. Bu kaynağa göre Baba Tâhir, H.447 (M. 1055) yılından ölmüştür.
Hâlbuki Baba Tâhir, Hamedan Hükümeti Hakevi ve Deylemi hükümetleri zamanında yaşamıştır. H. 428 (M. 1037) yılında ölen İbn-i Sina’nın çağdaşıdır. Rahatü’l Sudur adlı kitaba göre ise Baba Tâhir H. 672 (M. 1274) yılında vefat eden Nasreddin-i Tusi’nin çağdaşıdır. Bu kitapları okuyanlar, yanlışlığı açıkça görebilirler.
Bugünkü eser ve belgeler gösteriyor ki Baba Tâhir, ya Hamedanlı’dır ya da Luri’dir. Tarihçiler, Baba Tâhir’in Luri aşiretine mensup olduğunu söylemektedirler. Baba Tâhir, Hamedan ve Loristan dillerini kullanırdı. Bu iki dil arasında lehçe farklılığı vardı. Ancak Baba Tâhir’in lehçesi tam başına bir lehçeydi. Bu iki lehçeye de benzemiyordu. Nam=Num, Reftem=Reftum, bu kelimeler Lori diline benziyorlar. Vac=Qese, kar=kirdin bunlar ise, Kürtçe’nin diğer üç parçasının merkezi lehçesine benziyorlar. Ancak Mıkro=Eyka, Eye=Det tabirleri ise, Gorani lehçesine benziyorlar.
Doğu Bilimcileri de Baba Tahir’in rubailerini toplamak için bu kelimeleri kullanmışlardı.
Örneğin: Elmüster Huart, 1885 yılında Baba Tâhir’in 95 rubaisini görmüştür. 1888 yılında 28 rubai ve gazel görmüştür. Bundan başka yine Elmüster E.Heren-Heran E. bunlardan başka da üç rubai görmüştür. Sonunda Farsça yayımlanan El Meğan dergisinin sahibi Hüseyin Vahit Destegirdi El Esfehani Irani 1306 (M. 1927) yılında Baba Tâhir’in divanının basımını Tahran’da yapmıştır. Bu baskıda 290 rubai ve 4 parça da gazel vardır. Dergi sahibi, buna bir de zeyil eklemiştir. Bu zeyil, çeşitli yerlerden toplanan 62 rubaiden ibarettir. Bundan başka Heronalan’da buna üç rubai ilave etmiştir. Bu divan, alfabetik sıraya göre dizilmiş, ancak divanı basan kişi kaynağını açıklamamıştır.
Baba Tâhir’e ait olan bu rubailerin çoğu, Alvan ve Meymenet dağlarından bahseder. Heret tarafından bulunup, basılan 59 rubai çok zor ve bilmece şeklindedir. İnsan, Baba Tâhir’in sofu ve âşık oluşu arasında fark göremez. Bunlardan 34 rubaisi heyecanlı ve ilham sahibidir, iki rubaisi ise, dua ve münacat içeriyor. Diğer rubailer de şahsi ve vasfa ait beyitlerdir.
Bu divanın açıklaması Canbek Aziz’in elindeydi. H.889 (M. 1484) yılının Şevval ayında açıklamaya başladı. Ancak H.890 (M. 1485) yılı Şaban ayının 20. günü bitirdi. Bu açıklamanın Eşşeyh Ebulbeka’nın isteği doğrultusunda yapıldığı söylenmektedir. Ebulbeka, bu açıklamayı alıp Mekke’deki zemzem kuyusuna atmıştır. Buna rağmen bu açıklamanın nasıl ele geçtiğini kimse bilmiyor.
Baba Tahir’in şahsiyeti ve felsefesi, Hayyam’ın şahsiyet ve felsefesinin tam tersidir. Ömer Hayyam H.517 (M. 1123) yılında ölmüştür. Baba Tâhir’in yanında Ömer Hayyam’ın benciliği ve pervasızlığı yoktu. Baba Tâhir ömrünün sonunda sofuluk meşrebini terk etti. Baba Tâhir’in en güzel ve sevdiği sıfat buydu. Duyguları çok temiz ve benzetmeleri çok yumuşaktı. Musibet ve elemleri lezzet veren bir şekilde izah ederdi.
Doğu Bilimci Fitescerald şöyle der:
“Baba Tâhir, Ömer Hayyam’dan daha üstündür.” O devrin evliyalarından Ata, Celaleddin-i Rumi ve Hafız-ı Şirazi gibi olanlar dahi Baba Tâhir’in Ömer Hayyam’dan daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Baba Tâhir de bu velilerden sayılır. Bu da Ehli Hakk’ın akidesinin bir temelidir. Baba Tâhir’in küçük divanı kız kardeşi Fatimete ya da Fatimet-i Leyla Divanı ile birlikte bu ehli akide tarafından saygıyla karşılanıyordu. (1).
Yapılan araştırmalarda aşağıdaki dubeytisinden yola çıkılarak doğum ve vefat tarihleri verilmiştir:
Bizi yarattığın o günden beri,
Günahtan başka bir şey görmedin.
Ey Allah’ım, sekiz ve dördünün aşkına!
Benden kusurdan başka gördün mü? Görmedin.
Şiirdeki “sekiz” ve “dört” rakamları yan yana getirildiğinde ortaya çıkan 84 sayısı Baba Tâhir’in yaşını vermektedir. Bu işaretle, kendisinin 84 yaşında olduğunu dile getirmektedir. Yapılan farklı yorumlamalarda doğum tarihi 971 vefat tarihi de 1055 olarak tespit edilmektedir.
Kendisinden sonra gelen Ömer Hayyam, Aynu’l Kudat Hemedani, Mevlana, Yunus Emre, Feqiyê Teyran, Melayê Cızîrî, Ehmedê Xani gibi birçok kişiyi derinden etkilemiştir. Yine büyük bir ihtimalle o dönemde yaşayan, büyük bir mutasavvıf, filozof olan ve şehid edilen Ayn’ül Kudat Hemedani üzerinde de büyük bir etkisi olduğu noktasında Ayn’ul Kudat Hemedani’nin düşünce dünyasından bunu anlamak mümkündür. Ayn’ul Kudat Hemedani, Baba Tahir’in hemşehrisidir ve büyük bir ihtimalle Kürt’tür. Ondan Tâhir ismiyle söz eden de Ayn’ul Kudat Hemedani’dir.
Baba Tâhîr’in hayatıyla ilgili kaynaklarda birçok anlatım vardır. Onun, sokaklarda çırılçıplak gezdiği ve bu nedenle kendisine “uryan” lakabının verildiği, “meczup” denildiği belirtilmektedir. Büyük Selçuklu Devleti’nin Sultanı Tuğrul Bey karşısındaki tavrı da onun hak, hakikat ve adalete ne kadar düşkün olduğunun bir delili olsa gerektir. Şöyle ki, Tuğrul Bey Hemedan’da Hızır denilen dağda bu pirleri görünce atından inerek kudretli veziri Ebu Nasır el-Kunduri ile birlikte onların huzuruna vardı. Sultan onları görünce atından inerek Vezir Ebû Nasr el-Kundûrî ile onların yanına gelerek ellerini öptü. Baba Tâhir gönlü yanık biriydi. Ona, “Ey Türk! Allah’ın kullarına nasıl muamele edeceksin?” diye sordu. Sultan, “Sen nasıl emredersen?” diye cevapladı. Baba Tâhir ona “Allah, adalet ve iyilikle emreder” ayetini okudu. Bunun üzerine Sultan ağladı ve “Öyle muamele ederim” dedi. Baba, yıllarca abdest aldığı kırık ibriğini elinde tutuyordu. Onu kendi elinden çıkarıp Sultanın parmaklarına geçirdi ve “Dünya memleketini böylece senin eline geçirdim. Adaletli ol!” dedi. Sultan, sonraları bir dilek veya muharebe anında onu parmaklarında tutardı. (2).
Mehmet Emin Zeki Beg’in ve diğer kaynakların referans olarak gösterdiği Rahatü’l Sudur adlı eserde Baba Tâhir ile Tuğrul Bey arasında geçen olay şudur:
Rivayetlere göre Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Hemedan’a girdiğinde buradaki üç büyük şahsiyeti ziyaret etmek istemiştir. Bu zatlar Baba Tâhir Uryan, Baba Cafer ve Baba Hamşâd’dır. “Baba” sıfatlarından anlaşılan şu ki Baba Tâhir ile birlikte bu iki büyük zat da Kürt’tür ve bu bölgede yaşayan Kürtlerin Ehl-i Hak (Reya Haq) inancına mensupturlar. Bu konudaki bilgi TDV İslâm Ansiklopedisi’nde şu şekilde yer almaktadır:
“Râvendî’nin Râḥatü’ṣ-Sudûr adlı eserindeki bir kayda göre ise Selçuklu sultanı Tuğrul Bey 447’ye (1055) doğru Hemedan’a geldiğinde, o sırada burada şöhret yapmış üç şeyhten biri olan Baba Tâhir-i Uryân’ı ziyaret etmişti. Bu durumda onun 1055’te veya daha sonra ölmüş olması gerekir. Deylemliler’in akrabaları sayılan Kâkûyîler’in (1007-1051) Hemedan’daki hâkimiyetleri 435’e (1043-44) kadar sürdüğüne göre bu tarih, onun Deylemliler döneminde yaşadığına dair verilen bilgilere uygundur. Ayrıca onun İbn Sînâ’nın (ö. 428/1037) çağdaşı olması da 1010’da değil 1055’te ölmüş olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Aynülkudât el-Hemedânî’nin idamına (1131) şahit olduğuna dair rivayet ise tamamıyla uydurmadır. Mezarı Hemedan’ın kuzeyinde Bûn-i Bâzâr mahallesinde küçük bir tepe üzerindedir.” (3).
Baba Tâhir Uryan, bir Yarêsan (Ehl-i Haq) ) şairidir. Bazı şiirleri Yarêsanların kutsal kitapları olan “Serencam”da da yer almıştır.
Eserleri
Divanı: Tüm şiirlerinin toplandığı eseridir.
Kelimât’ül Qisar: Tarafımızca Türkçe çevirisi de yapılan bu eser elli bölümden ve toplamda dört yüz yirmi bir sözden oluşmaktadır.