IRAZ YAŞAR
“Başkaldıran insan kimdir” sorusuna Camus öncelikle, “Hayır’ diyen biri” yanıtını verir. Ona göre bu “hayır”, bir sınırın varlığını ortaya koyar. Bununla birlikte, başkaldıran insan aynı zamanda ”evet” diyendir. “Evet” ise bu sınırla birlikte, bu sınırın berisinde korumak istediğimiz değerleri kesinler (Camus, 2004, s. 21). Peki insan niçin “hayır” der? Bu soruyu şu şekilde yanıtlamak mümkündür: Yapılacak başka bir şeyin kalmadığı ya da kalmadığının düşünüldüğü yerde, katlanılmaz bulunan bir şeye karşı “hayır” sesi yükselir. Bir karşı çıkıştır bu “hayır”, “yeter artık” ya da “buraya kadar” demektir (Tepe, 2009, s. 20). Bu anlamda başkaldırı, verilmiş olana, dayatılana karşı çıkmaktır. Karşı çıkılan şey bir siyasal düzen olabileceği gibi bir gelenek, egemen moral ya da dini anlayış da olabilir.
Camus’ye göre her başkaldırı edimi bir değeri korumaya yönelir (Camus, 2004, s. 22). Başkaldıran insan karşı çıkışını aynı zamanda “evet” dediği bu değer adına gerçekleştirir. Eylemine kaynaklık eden bu “evet”le, yürürlükte olana karşı çıkan insan yeni bir değer anlayışı ortaya koyar. İstediği, insanla ilgili yeni bir durumdur. İnsanın içinde bulunduğu koşula ilişkin yeni bir kavrayış geliştirmektir. Harun Tepe‟nin (2009) deyimiyle bu kavrayış, günümüzün tarihsel koşullarında insanın değerine uygun, onurlu bir yaşam sürmesidir (Tepe, 2009, s. 22).
İnsan durduk yerde, hiçbir neden yokken “hayır” demez. İnsanı başkaldırmaya götüren neden “olması gereken”in, “olmamasından rahatsız” olmadır ve söz konusu rahatsız olma “olmayan”ı gerçekleştirmenin olanağını bize açmaktadır (Aşkın, 2009, s. 203). Başkaldırıyla amaçlanan şey bir haksızlığın ortadan kaldırılmasıdır. Camus’ye göre, “başkaldırı eylemi bir karşı koyuş olarak hem katlanılmaz bulunan bir haksızlığın yadsınmasına hem de bulanık bir hak inancına dayanır. Herhangi bir biçimde, herhangi bir yerde bizim de haklı olduğumuz duygusu uyanmadıkça başkaldırı olmaz” (Camus, 2004, s. 21). Öyleyse başkaldırının temelinde yatan şey haklı olma duygusudur. Korumak istediğimiz sınırlara müdahale edildiği an buna tepki göstermek ve “hayır” demek bir şekilde haklılığımızı ortaya koymaktır. Çünkü her başkaldırı, haksızlığa karşı bir başkaldırıdır ve bundan dolayı da adalet talep eder (Gündoğan, 1997, s. 116).
- Sponsorlarımız -
Başkaldırıyla dile gelen “hayır”, belirli bir değer ve yerleştirme pratiğine karşılık kendini bir değer olarak ortaya koymayı da amaçlar (Taşçıer, 2009, s. 161). Başkaldıran insan, kendisine haksızlık yapana karşı “Ben varım ve benim varoluşumun saygı gösterilmesini istediğim sınırları var” demektedir. Kişinin kendisini bu şekilde olumlaması kendisiyle ilgili bir değer yargısını oluşturmaya yöneliktir. Camus bu durumu şu sözlerle dile getirir: “Her başkaldırıda haksıza karşı bir tiksintiyle birlikte insanın kendi benliğinin herhangi bir yanına tam ve birdenbire bir katılışı da vardır” (Camus, 2004, s. 21). Bir değer olarak insanın kendisini gerçekleştirmeye çalışması hem varoluşsal hem de hak talebi temelindeki mücadeleyi ortaya koyar (Taşçıer, 2009, s. 161). Bu durumda başkaldırı eylemi insanın öncelikle kendisini onaylamasının bir aracı olmaktadır (Gündoğan, 1997, s. 116). Her başkaldırı başkaldıran kişide aynı zamanda bir bilinç yaratır. Bu bilinç, insanda insanın özdeşleşebileceği bir şey bulunduğu konusunda bir çeşit sezgi olarak belirir. Başkaldıran kişi, birdenbire bilincine vardığı ve kendi varlığında kabul edilmesini, saygı gösterilmesini istediği bu değerle ya tümden özdeşleşmeyi ister ya da bir hiç olmayı yani egemen olan gücün kendisini ezmesini kabul eder. Örneğin ya özgürlüğü ya da ölümü seçmek durumundadır. “Ya hep ya hiç” şeklinde ortaya çıkan bu tavır, başkaldırının bireyi aştığının ve buradan ortak bir değere, bir çeşit hakka geçişe yöneldiğinin ifadesidir. “Eğer birey, başkaldırı devinimi içerisinde ölmeyi kabul ediyorsa, bununla kendi yazgısını aştığını düşündüğü bir değer uğrunda, kendini kurban ettiğini gösteriyor demektir”(Camus, 2004, s. 22-23). Bu değer, kendisinde ve tüm insanlarda saygı duyulmasını istediği bir sınırı açığa vurduğundan, başkaldıran kişinin eylemi asla bencil bir eylem değildir. İstediği, tüm insanlar için geçerli olacak ortak bir değerin benimsenmesidir.
Başkaldırı eylemi, insanın yalnızca kendi ezilmişliğinden değil, başka birinin ezilmişliğini görmekten de doğar. Burada kişinin başka biriyle özdeşleşmesi söz konusudur. Camus, bu tür başkaldırılara Rus teröristlerinin arkadaşlarının kamçılanması karşısında giriştikleri protesto intiharlarını örnek verir (Camus, 2004, s. 24). Öyleyse başkaldırı yalnızca kendi yaşadığımız haksızlığın sonucu olarak ortaya çıkmaz. Aynı zamanda diğer insanların yaşadığı haksızlıklara duyarlı olmakla da gelişir. Camus’nün bakış açısıyla söylersek, olması gereken bencilce bir isteğin yerine gelmesi değil, genel olarak insanlık durumuna ilişkin yeni bir değer algısının benimsenmesidir. Bu açıdan bireyin, savunduğu değeri oluşturabilmesi için başkalarına ihtiyacı vardır. Camus, Veba adlı romanında bireyin başkaldırısının ancak diğer insanlarla dayanışma içerisinde anlamlı olduğunun altını çizer. Çünkü dünyadaki kötülükler herkes için ortaktır. Bu nedenle başkalarının yaşadığı felâketlere duyarsız kalarak mutlu olmamız mümkün değildir. Bireyi yalnızlığından çekip çıkaran ve ilk değeri bütün insanlar üzerine kuran bu ortak noktayı Camus Descartes‟ın cogitosuna eşdeğer olarak şu şekilde ifade eder; “Başkaldırıyorum, öyleyse varız” (Camus, 2004, s. 29). İnsan, varolmak için başkaldırmak zorundaysa bu cogitoda o yalnızca kendi varlığını değil, bu eylemi aracılığıyla başkalarının varlığını da kesinlemiş olur (Gündoğan, 1997, s. 118).
Camus‟ye göre başkaldıran insan elinde olmayan şeyi istemez, varlığının bütünlüğü için çarpışır. Bir kölenin başkaldırısında değerli olan yalnızca efendisine kafa tutması ve onun yerini almaya çalışması değildir. Bu başkaldırıya asıl değerini veren kölelik ve efendilik rollerini tüm insanlar için reddediyor oluşudur. Ancak böyle bir durumda başkaldırı hınç denen çekememezlik duygusundan sıyrılmış olur. Hınç, elinde olmayanı ister ve kinini yönelttiği varlığın düşkünlüğünden, acı çekmesinden haz duyar. Buna karşın başkaldırı, her türlü alçalışı kendisi için de başkası için de reddeder. Bu nedenle gerektiğinde kendisi de acı çekmeye razıdır (Camus, 2004, s. 25).
Camus, kölenin başkaldırı deneyiminden üç önemli sonuç çıkarır: Birincisi, köle başkaldırı eyleminde kendi değerini bulmaktadır. İkincisi bu değeri başka kölelerle paylaşarak onu ortak bir değere dönüştürmektedir. Üçüncüsü ise, bu ortak değerin, köleleri birbirleriyle dayanışmaya götürmesidir. Dolayısıyla bireysel düzlemde kalmayan başkaldırı eylemi “ben”den “biz”e geçişin ve karşılıklı tanınmanın olanağıdır (Aşkın, 2009, s. 204).
Camus, başkaldırı anlayışının Batı toplumlarına özgü olduğunu belirtir. Ona göre, Hintlilerin kast sistemi gibi eşitsizliğin çok büyük olduğu toplumlarda ya da eşitliğin tam olduğu kimi ilkel topluluklarda başkaldırı güçlükle dile gelir. Bunun nedeni büyük ölçüde kutsal ile kurulan ilişkidedir. Çünkü kutsal evrende tüm yanıtlar önceden verilmiştir; kişinin bu yanıtlara kesinkes uyması istenir. Dolayısıyla insanın soru sormaya ya da sorgulamaya hakkı yoktur. Verilenle yetinmesi ve mutlu olması beklenir. Bu insanların bilinci kutsal tarafından belirlendiğinden başkaldırı sorunuyla ilgilenmezler. Buna karşın başkaldıran insan, tüm yanıtların insansal; başka bir deyişle, akla uygun şekilde belirlenmiş olduğu bir düzen isteyen insandır. Bu nedenle “başkaldırı, ancak kurumsal eşitliğin büyük gerçek eşitsizlikleri örttüğü topluluklarda gerçeklik kazanabilir”. Dolayısıyla başkaldırı sorunu yalnızca Batı toplumlarına özgüdür (Camus, 2004, s. 27). Camus, Batı geleneği içerisinde yer aldığını belirttiği başkaldırı sorununu Başkaldıran İnsan adlı kitabında sırasıyla iki türe ayırarak incelemiştir. Bunlardan ilki metafizik başkaldırı, diğeri ise tarihsel başkaldırıdır. Camus, metafizik başkaldırı bölümünde Tanrıya ve kutsala yönelen başkaldırıları ele almış, tarihsel başkaldırı bölümünde ise siyasal devrimleri ve bunlara kaynaklık eden ideolojik yaklaşımları sorgulamıştır.