Mustafa Akman
Mesudi ve İsmail Hakkı Bursevi Eserlerinde Kürtler
Rivayete göre Hz. Süleyman Hindistan fethine gittiğinde onlardan seksen cariyeyi esir alarak bir adaya yerleştirmiştir. Denizden çıkan cinler onlarla cinsel ilişkiye girmiş ve bu cariyelerden kırk tanesi hamile kalarak kırk erkek çocuk doğurmuştur. Bunların nesilleri çoğalınca yeryüzünü ifsat etmiş, fısku fücur sergileyerek gasp ve talana başlamışlardır. Bu durumu Hz. Süleyman’a şikâyet ettiklerinde o da “onları dağlara” sürün demiştir.
Yüzyıllarca sanki öyleymiş gibi kuşaktan kuşağa aktarılan bu efsane/ söylence, ne yazık ki sadece folklorik türden eserlerde yer almamış aynı zamanda dinî mahiyeti ve itibarı olan hadis ve tefsire dair eserlerde de aktarıla gelmiş ve dolayısıyla kimi zaman ve yerde Şiî Ebû Ca‘fer Muhammed Kuleynî’nin (ö.329/940) takipçilerinde olduğu gibi bir inanç ve yanı sıra Sünnî ve Sûfȋ İsmail Hakkı Bursevî’de (ö.1137/1725) zirve yapan öfke ve nefret duygularına da neden olabilmiştir. Öyle ki bu sonuncu zatın yeminli ifadesine göre Kürtler Müslüman değildir ve onların en salihleriyle bile zinhar arkadaşlık etmemek ve topraklarına bile ayak basmamak lazımmış.
- Sponsorlarımız -
Bu inanç ve nefret ne yazık ki burada da durmamış Kürtlere komşuluk veya hükmeden muhtelif ırklara mensup insanların yaşadığı bazı yerlerde kültür ve yaklaşım biçimi olarak halk bilimi çerçevesinde güçlü bir popüler/ folklorik tema halini de almıştır. Aşağıdaki bölümde bu konudaki aktarımlardan/ iddialardan veya bu tarzda inançları olan kişilerden zamansal sıralamaya göre bahsedeceğiz. Bahsedeceğimiz bu şahsiyetleri, mensubu oldukları fırka tanımlamasıyla sunacağız.
Esasen her insanın, nüans düzeyinde de olsa kendisine özel yorumları olabileceğinden hareketle kendi şahsiyeti ve söylemi üzerinden değerlendirilmesi en doğrusudur. Lakin konunun tartışması, suçlayıp yargılama vesilesi olarak çeşitli kaynaklarda ve özellikle web ortamında ve sosyal medya platformlarında mezhep ve fırkalar üzerinden yapılageldiğinden biz de burada aynı kategorizasyonu koruyarak sunmaya çalışacağız. Şunu peşinen kabul ettiğimizi deklere etmemiz gerekmektedir. Elbette her şahsın olduğu gibi fırkaların da tasvip veya reddedilir taraflarının yanı sıra erdemli mensupları olabilmektedir. Bunlar insanî ve vicdanî zeminde şu veya bu ırkî ve mezhebî türden negatif saiklere kapılmadan hak hukuk gözetmeye çalışıyor olabilirler. Ne var ki vereceğimiz örneklerde görüleceği üzere bazen mezhebî itibarı ve şöhreti olan bazı insanlar farklı değerlendirmeler yapmış, insaf ve merhamet duygularından yoksun kalabilmişlerdir.
EL-MES‘ÛDÎ (Ö.345/956): MURÛCU’Z-ZEHEB
İslâmî kaynaklarda -tespit edebildiğimiz kadarıyla- IX. asırdan başlayarak Kürtlerin birçok lehçeyle konuştukları bilgisi mevcuttur. Mes‘ûdî, Murûcu’z-Zeheb ve Meadinu’l-Cevher الجوهـر ومعـادن الذهـب مـروج adlı eserinde bu konuya değinen ilk kişi olarak bilinir. Ancak o, aynı zamanda Kürtleri, Arap kökenli gösteren ilk tarihçilerdendir de.87 Mes‘ûdî’ye göre Kürtlerin kökeni hakkında insanlar ihtilaf etmiştir. Kimisi onların, Rabia b. Nizar b. Ma‘d b. Adnan b. Bekr b. Vail’in soyundan geldiğini (yani aslen Arap olduklarını) söylemiştir. Onun anlatımına göre Kürtler, çok eski dönemlerde şartların zorlaması sebebiyle dağ ve vadilere çekilerek diğer milletlerden ayrışmışlardır. Onlardaki şiddet ruhu kendilerini bu yerlere sürüklemişti. Oralarda Acem ve Farsların oturdukları şehir ve mamurelere komşu oldular. Dillerini bıraktılar ve böylece dilleri acem (yabancı) dili haline gelmiş oldu. Böylece her bir Kürt aşireti değişik bir Kürtçe ile konuşur hale geldi.
Mes‘ûdî’nin ifadesiyle kimine göre ise onlar Mudar b. Nizar’ın soyundan, kimine göre de Kürd b. Merd b. Sa‘sa‘a b. Hevâzin’in soyundandırlar. Gassanoğullarıyla aralarında çıkan olaylardan dolayı çok eski zamanlarda onlardan ayrıldılar. Bazıları onların Rebia ve Mudar soyundan olduğunu, su ve mer‘a aramak için dağlara çıktıklarını, Arapçayı komşu halkların diliyle değiştirdiklerini iddia etmiştir. Kimileri ise Kürtleri, Davud oğlu Süleyman’ın cariyelerine nispet etmiştir. Bu durum, cesed diye bilinen şeytan onun mülkünü elinden alıp münafık cariyeleriyle (cinsi) temas kurduğunda olmuştu. Ki Allah mümin cariyeleri onun tecavüzünden korumuştu. O münafık cariyeler ise cinsi temasla hamile kalmıştı. Allah Süleyman’a mülkünü iade edip 88 şeytandan hamile kalan cariyeleri de doğumlarını yapınca Süleyman “o bebekli cariyeleri dağlara ve vadilere sürün” dedi. Sonra onları nesep olarak annelerine dayandırarak gruplara ayırdı. Bunlar birbirleriyle evlenip çoğaldılar. İşte böylece Kürt soyu ortaya çıkmış oldu. Bir başka rivayete göre Arap ve Acemlerin hangi ırktan olduğu konusunda bir türlü anlaşamadığı Dahhâk’ın omuzlarında iki yılan çıkar. Bu yılanlar, sadece insanların beyinleriyle beslenirdi. (Böyle olduğu sürece Dahhâk’a herhangi bir acı vermiyorlardı.) Bu yüzden Dahhâk, Farslardan birçok insanı onlara feda etti. Dahhâk’ın veziri her gün bir koyun ve bir insan boğazlar, beyinlerini karıştırarak Dahhâk’ın omuzlarındaki iki yılanın karınlarını doyurur ve kurtulanları ise dağlara gönderirdi. Dağlara kaçan bu kimseler orada vahşileşip çoğaldılar. Günün birinde insanlar bir araya gelerek Efridun’un önderliğinde Dahhâk’a karşı savaşmaya karar verdiler. Kendilerine, Farsların “Direfş-i Kavânî” dedikleri deriden bir sancak yaptılar. Efridun, Dahhâk’ı ele geçirdi ve Dünbavend dağında zincire vurdu. İşte Kürtlerin ilk ataları bunlardır ve dolayısıyla bunlar, onların neslidir ki sonradan soyları çeşitli gruplara ayrıldı.
- Sponsorlarımız-
Mes‘ûdî’nin ifadesiyle Kürtler hakkında zikrettiğimiz bu bilgiler, insanlar arasında en fazla bilinenlerdir. Onların soy kökenleri hakkında söylenebilecek en doğru bilgi, onların Rebia b. Nizar oğullarından olduklarıdır. Kürtlerin bir kolu ise Kufe ve Basra arasında yer alan Dînever ve Hemedan’daki Şuhcanlar’dır. Bunlar Rebia b. Nizar b. Maad’ın soyundan olduklarını inkâr etmezler. Kürtlerden bazıları Yakubî mezhebinden, bazıları da Hristiyan’dır. Musul ve Cudi dağı civarında yaşarlar. Kürtler arasında Haricî olanları ve Osman ve Ali meselesine karışmayanları vardır.
Görüldüğü üzere Mes‘ûdî burada aktardığı rivayetler hakkında bir değerlendirme yapmadan sadece Kürtlerin Arap ırkından geldikleri yönündeki kanaatini ifade etmektedir. Bugünkü kültürel kodlarla oluşan beklentinin şehvetiyle o dönemi bugünün algı anlayışına mahkûm etmeden yani anakronizme düşme endişemizi ifade ederek belirtmek gerekirse Mes‘ûdî’nin İslâmî inancın gereği olarak mesela Kürtlerin cinlerin nesli olduğuna ilişkin rivayete ve Dahhâk konulu mitolojiye93 rezerv koyması uygun düşerdi. Kürtlerin Arap kökenli olarak tesmiye edilmesi ise ayrı bir konudur. Nihayetinde bu Mes‘ûdî’nin bir içtihadı olarak bir kenarda tutulabilir bir durumdur.
Mes‘ûdî’nin metni şöyledir:
- Advertisement -
االكراد ونسبهم ومساكنهم وأمـا أجنـاس األكـراد وأنواعهـم فقـد تنـازع النـاس يف بدئهـم؛ فمنهـم مـن رأى أنهـم مـن ربيعـه بـن نـزار بـن معـد بـن عدنـان، انفـردوا يف قديـم الزمـان، وانضافـوا إىل الجبـال واألوديـة، دعتهـم إىل ذلـك األنفـة، وجـاوروا مـن هنالـك مـن االمـم السـاكنة املـدن والعامئـر مـن األعاجـم
والفـرس، فحالـوا عـن لسـانهم، وصـارت لغتهـم أعجمية،ولـكل نـوع مـن األكـراد لغـة لهـم بالكرديـة، ومـن النـاس مـن رأى أنهـم مـن مـر بـن ُ نـزار، وأنهـم مـن ولـد كـرد بـن صعصعـة بـن هـوازن، وأنهـم انفـردوا يف قديـم الزمـان لوقائـع ودمـاء كانـت بينهـم وبـن غسـان، ومنهـم مـن رأى أنهـم مـن ربيعـه ومـر، وقـد اعتصمـوا يف الجبـال طلبـاً للميـاه واملـرادى فحالـوا عـن اللغـة العربيـة ملـا جاورهـم مـن األمـم. ومـن النـاس مـن ألحقهـم بإمـاء سـليامن بـن داود عليهـا السـام حـن ُ سـلب ملكـه ووقـع عـى إمائـه املنافقـات الشـيطان املعروف بالجسـد، ْكـه ووضـع تلـك اإلمـاء الحوامـل مـن الشـيطان وعصـم اللـه منـه املؤمنـات أن يقـع عليهـن، فعلـق منـه املنافقـات، فلـا َ رَّد ّ اللـه ُ عـى سـليامن مل قـال: أكردوهـن إىل الجبـال واألوديـة، فربتهـم أمهاتهـم، وتناكحـوا، وتناسـلوا، فذلـك بـدء نسـب ا ألكـرا د.
ومـن النـاس مـن رأى أن الضحـاك ذا األفـواه املقـدم ذكـره يف هـذا الكتـاب الـذي تنازعـت فيـه الفـرس والعـرب مـن أي الفريقـن هـو، أنـه َ ِ ـان فكانتـا ال تَُغَذيـان إال بألدمغـة النـاس، فأفنـى خلقـاً كثـراً مـن فـارس، واجتمعـت إىل حربـه جامعـة كثـرة وافـاه أفريـدون َ خـرج بكتفيـه حيت َ بهـم وقـد شـالوا رايـة مـن الجلـود تسـميها الفـرس درفـش كاو ُ ان، فأخـذ أفريـدون الضحـاك وقيـده يف جبـل دنباونـد عـى مـا ذكرنـا، وقـد كان َّـص وزيـر الضحـاك يف كل يـوم يذبـح كبشـاً ورجـاً ويخلـط أدمغتهـا، ويطعـم تينـك الحيتـن اللتـن كانتـا يف كتفـي الضحـاك، ويطـرد مـن تخل ْ ُس َ إىل الجبـال، فتوحشـوا وتناسـلوا يف تلـك الجبـال فهـم بـدء األكـراد، وهـؤالء مـن نسـلهم، وتشـعبوا أفخـاداً، ومـا ذكرنـا مـن خـر الضحـاك فالفُـر اليتنـا كرونـه، وال أصحـاب التواريـخ القدميـة وال الحديثـة.
وللفـرس يف أخبـار الضحـاك مـع إبليـس أخبـار عجيبـة، وهـي موجـودة يف كتبهـم، وتزعـم الفـرس أن طهومـرث املقـدم ذكـره يف ملـوك لفـرس األوىل هـو نـوح النبـي عليـه السـام، وتفسـر درفيـش بالفارسـية اللهلويـة – وهـي األوىل – الرايـة واملطـرد والعلـم. َـِّن؛ألن وأمـا الـرك وأجناسـها فقـد قدمنـا كثـرأ مـن أخبارهـا، وقـد غلـط قـوم فزعمـوا أن الـرك مـن ولـد طـوح بـن أفريـدون، وهـذا غلـط ب َه أفريـدون عـى الـرك وسـلم عـى الـروم، وكيـف توليـه عليهـم وهـم ولـده؛ ومـا قلنـا يـدل عـى أن الـرك مـن غـر ولـد طـوم بـن َ طـوح وأل أفريـدون، بـل لطـوح يف الـرك عقـب مشـهور، واملعظـم يف أجنـاس الـرك هـم التبـت، وهـم مـن حمـر عـى حسـب مـا ذكرنـا أن بعـض التبابعـة ربتهـم هنـاك. ومـا قلنـا مـن األكـراد فاألشـهر عنـد الناس؛واألصـح مـن أنسـابهم؛ أنهـم مـن ولـد ربيعـه بـن نـزار، فأمـا نـوع مـن األكـراد – وهـم الشـوهجان ببـاد مـا بـن الكوفـة والبـرة، وهـي أرض الدينـور وهمـذان – فـا تناكـا بينهـم أنهـم مـن ولـد ربيعـه بـن نـزار بـن معـد، واملاجـردان – وهـم مــن الكنكــور ببــاد أذر والهلبانيــة والــراة ومــا حــوى بــاد الجبــال مــن الشــادنجان واملادنجــان واملزدنــكان والبارســان والخاليــة والجابارقيــة ً والجاوانيـة واملسـتكان ومـن حـلّ بـاد الشـام مـن الدبابلـة وغريهـم – فاملشـهور فيهـم أنهـم مـن مـر بـن نـزار، ومنهـم اليعقوبيـة والجورقـان وهـم نصـارى، وديارهـم مـا يـي بـاد املوصـل وجبـل الجـودي. َ ويف األكراد م ْن رأيهم رأي الخوارج والرباءة من عثامن وعيل ريض الله عنهام.
İSMAIL HAKKI BURSEVÎ’NIN (Ö.1137/1725) YAKLAŞIM VE YORUMU
Tasavvufî bir çevrede yetişen İsmail Hakkı Bursevî, tahsilini tamamladıktan sonra 1083/1672 yılında Atpazarî Osman Fazlı’ya (ö.1102/1691) intisap etti. Şeyhinin izniyle halvete giren Bursevî, doksan gün süren halvetten çıkınca dervişlere hizmetle görevlendirildi. 1086/1675’de halife tayin edilerek Üsküp’e gönderildiyse de birtakım çekişmelerden sonra hocasına geri döndü ve şeyhinden Fusûsu’l-hikem’i okudu. 1129/1717’de Muhyiddin İbnu’l-Arabî’ye (ö.638/1240) duyduğu hayranlık sebebiyle Şam’a gitti. İbnu’l-Arabî’nin yanı sıra vahdet-i vücûd düşüncesinin diğer pirleri Rûmlu Celâleddîn (ö.672/1273), Konyalı Sadreddin (ö.673/1274) ve Aziz Mahmud Hüdâyî’nin (ö.1038/1628) Bursevî üzerinde büyük tesirleri olmuştur.
Sûfiyye akaidinin önemli temsilcileri arasında yer alan Celvetî şeyhi ve “müfessir” Bursevî’ye göre Ehlisünnet kavramı Hz. Peygamber’in, ashabın ve tasavvuf erbabının sünnetine tâbi olanları; ehl-i bid‘at ise bunlara muhalefet edip cüz’î akla uymayı benimseyenleri ifade eder. Böylece o, sünnetin kapsamına meşâyihin görüş ve davranışlarını da dahil etmiş olmaktadır.
Vahdet-i vücûd anlayışına sıkı sıkıya bağlı olan ve Resûl-i Ekrem’in; biri zâhir/ şeriat diğeri bâtın/ hakikat demeğe gelen nübüvvet ve velâyet nurlarıyla kıyamete kadar aramızda olduğu itikadını savunan Bursevî’ye göre velâyet mertebesi nübüvvetin özü gibidir ve nübüvvetten öncedir. Velâyet derecelerinin sonu nübüvvet makamlarının başıdır ve nübüvvet de velâyete dayanır. Ona göre bilginin zâhirî kaynakları yanında bâtınî kaynakları da mevcut olup bunlar vahiy ve ilhâmdan ibarettir. Ledünnî veya keşfî adı verilen bu bilgilere sadece (sûfîlik yoluna girip) amel-i sâlih işleyen takvâ sahipleri ulaşır. Vahiy ve ilhâm, doğrudan doğruya Allah’tan alınması bakımından aynı olmakla birlikte edebe riayet etmek amacıyla vahyin peygamberlere, ilhâmın ise velîlere mahsus olduğu söylenir. Kişi sûfîlikte kemale erince ilâhî feyizleri almaya elverişli hale gelir ve açık bir şekilde Allah’tan bilgi aldığını fark eder. Bunun Allah’tan geldiğini bilmek için başka bir bilgiye de ihtiyaç duymaz. Bu tür bilgiyi reddetmek insanı cehenneme götüren davranışlardan birini oluşturur. Bursevî’nin iddiası böyle olsa da onun İbnu’l-Arabî’den mülhem bu söyleminin yukarıda değinilen Kuleynî ve Şeyh Saduk’un imâmları için “Allah adına ve O’ndan gelen vahiyle konuşurlar” ve “Onların masum olduklarını inkâr eden, kendilerini tanımamış ve dolayısıyla küfre girmiştir” şeklindeki teorilerini hatırlatmaması olası değildir.
Esasen tasavvufun önemli teorisyenleri de imâmet kuramcılarının imâmlara tahsis ettiği keşfi, doğru ve kesin bilgiye ulaşmada güvenilir bir kaynak kabul etmiştir. Mutasavvıfların akidesine göre belli bir mertebeye ulaşanların elde ettikleri keşfî bilgi doğruluk, kesinlik ve korunmuşluk açısından vahiy ile eşdeğerdedir. Aynı zamanda bu bilginin, şeytan ve nefsin müdahalesinden korunmuş olması bakımından da vahiy ile aynı değerde olduğunu iddia etmektedirler. Aklın ve duyu organlarının yetersiz kaldığı metafizik alanda keşfle bir takım gayb bilgilerine ve henüz zuhûra gelmemiş kader hükümlerine vakıf olunabilmekte, ayrıca bizzat Allah hakkında müşahede ile bilgi elde edilebilmektedir. Nitekim Gazzâlî (ö.505/1111), ilhâm ile meydana gelen ilmin; sebebi, mahalli ve ilim olması bakımından vahiyle aralarındaki tek farkın vahiyde ilmi getiren meleğin görülmesi olduğunu belirtmiştir. Keza o, ilhâmî bilgi ile, çalışarak kazanılan (kesbî) bilginin mâhîyeti, yeri ve sebebi bakımından birbirinden yegâne farkının, ilhâmî bilginin aradaki perdenin açılması sonucu elde edilmesi olduğunu belirtmektedir. Gazzâlî’nin bu görüşü daha sonra gelen önemli mutasavvıflar tarafından da benzer ifadelerle tekrarlanmıştır. Örneğin İbnu’l-Arabî, Sûfîlerin kaynağı peygambere vahiy getiren meleğin kaynağı ile aynıdır demiştir.
Rûhu’l-beyân isimli tefsirini, 1096/1685’ten itibaren vaazlarda anlattıklarına tasavvuf felsefesinden yorumlar da ekleyerek Arapça yazmaya başlayan Bursevî, 1117/1705’de tamamlamıştır. Müellif hattı/ nüshası on altı defter halinde Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan Rûhu’l-Beyân; ibare, işaret ve rabbânî ilhâmın faydalarını bir araya getiren ve her türlü ilim ve mârifeti ihtiva eden tasavvufî bir tefsir olarak tanımlanmıştır. Naklettiği hadislerin bir kısmı zayıf ve mevzû kabul edilen rivayetlerden oluşan eser, bu yönüyle özellikle hadis âlimleri tarafından eleştirilmiştir. Zira Bursevî, keşifle hadis ahzını ve bir hadisin tespit ve tashihinde keşfi yeterli görmektedir. Oysaki keşif, sübjektif bir yöntem olarak sonuçta keşfi yaptığını iddia eden kişinin içtihat ve yorumlarından ibarettir. Dolayısıyla bunun da yanlış ve yanıltıcı olması pekâlâ mümkündür. Nitekim Tasavvuf alanında yazdığı 41 eserinden başka Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Edebî ve sair alanlara dair eserleri ile yaptığı şerhlerde -farklı yerlerde başka kimselere daha neler söylemiş olabileceği bir yana- Kürtlere dair dile getirdiği hakaret ve ithamlar hiç de tevazu, edep adap ve hatta insaf ve vicdanî bir keşif ve ilhâm gibi gözükmemektedir.
Bu müfessir şeyhin belirttiğine göre Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r) dedi ki: Hz. İbrahim’i yakma fikri Arap acemlerinin -yani Kürtlerden- birinden geldi. Ömrüme/ varlığıma yemin olsun ki Kürtler bozgun culuklarını ve cefalarını sürdürmekte ve insanlara zulmetmedeki aşırılıklarını sürdürmektedirler. Bundan sonra da bunu arttıracaklar ve bundan vazgeçecek de değillerdir. Ahlâken kendilerinde İbrahim Halil’in dini olan İslam’dan ahlâk ve amel olarak en ufak bir eser bulunmamaktadır. Amel açısından da böyledirler. Tabiatları Müslümanların mallarını talan etmektir. Bütün bildikleri zülümdür, hırsızlıktır, öldürmek ve yol kesmektir. Vallahi onlar bu yüce ümmetten (İbrahim milletinden) değildirler. Allah insanlar içinde böylelerini çoğaltmasın. Onların en salihleriyle dostluk kurmaktan ve yaşadıkları bölgelere uğrayıp geçmekten bile sakın. Bu ifadelerin müellif nüshasındaki orijinal metni şöyledir:
وقـال ابـن عمـر رضـى اللـه عنهمـا ان الـذي أشـار بإحراقـه رجـل مـن اعـراب العجـم يعنـى مـن األكـراد ولعمـرى انهـم لفـى فسـادهم وجفائهـم وغلوهـم فـى تعذيـب النـاس بعـد يقدمـون وال ينفكـون عـن ذلـك مـا تـرى لالسـام الـذي هـو ديـن ابراهيـم الخليـل عليهـم اثـرا فـى خلـق وال عمـل خلقهـم نهـب امـوال المسـلمين وعلمهـم ظلـم وسـرقة وقتـل وقطـع الطريـق واللـه مـا هـؤالء باهـل الملـة الغـراء الكثـر اللـه فـى النـاس مثـل هـؤالء إيـاك والمصاحبـة باصلحهـم والمـرور ببالدهم
Ancak Rûhu’l-Beyân’da Bursevî’nin sergilediği bu ırkçı nefret dili bir yana, Abdullah b. Ömer’in (ö.73/693) gerçekten böylesi bir iddiada bulunup bulunmadığına ya da bunu kimden duyduğuna dair herhangi bir veri yoktur. Filvaki olsa bile akl-ı selim, insan onuru ve Kur’an’ın ruhuyla örtüşmeyen rivayetler veya söylemler kim tarafından aktarılsa/ söylense ve hangi kaynakta geçse de reddedilmek durumundadır. Bu itibarla hemen bütün Osmanlı medreselerinde ve varisi olan çevrelerde temel karakter eğitim kitabı işlevi gören bu tefsirde Kürtlerin topyekûn bozguncu, zalim ve ahlâksız olduklarının ilanı, insanların en kötüsü olduklarına yemin ve nesillerinin tükenmesine dair beddua; asla Müslüman olmadıklarının beyanı, en salihleriyle bile arkadaşlık etmeme isteği ve bulundukları yerlere gitmeme yönündeki tehlike uyarısı akl-ı selime ziyan bir yaklaşımdır.
Onun bu ifadeleri kullanmasının yegâne sebebinin, rivayete göre Hz. İbrahim’in (a) ateşte yakılması fikrini ortaya atanın Kürt olmasının neden olduğu dinî gayret olma ihtimali çok zayıf gözükmektedir. Bursevî’nin bu salvolara esasen neden ihtiyaç duyduğunu, hangi arka plan, psikososyotarih ve bağlam ile bu atraksiyonları sergilediğini veya ne tür bir münasebetle bu derekeye düştüğünü tespit edemediysek de İslam’ın mensuplarında, nefret ve garaz depolayan böylesi bir hassasiyet/ adavet oluşturmadığını gayet iyi bilmekteyiz. Hele bunun kendi mensuplarından bir kitleye yapılmasına ise hiç mi hiç razı olmaz. Tıpkı Arap asıllı Ebû Cehil, Türk asıllı Atilla gibi bir insan yüzünden bu milletleri topyekûn suçlu görüp din dışı ilan etmenin; insaf, vicdan ve iman şuuruyla zinhar bağdaşmayacağı gibi. Üstelik hem Kürtlerin Hz. Ömer döneminden itibaren Müslümanlıklarını ilan edip en az diğer ırklar gibi/kadar İslâm’ı yaşamışlıkları bulunmaktadır138 hem de Bursevî’nin yaşadığı döneme kadarki sürede insanî, ilmî ve ahlâkî şöhretleri aleme yayılmış nice Kürt alimin139 yaşamış olduğunu bilemeyeceği olanaksızdır. Keza günümüzde Fars, Kürt, Türk veya Araplar arasında birçok ateist, Allah ve din düşmanı bulunmaktadır. Sırf bunların yüzünden nice ulema ve salih insan yetiştirmiş bu milletleri topyekûn tahkir veya din dışı ilan etmenin itikad, vicdan ve insaf açısından ne kadar sakıncalı olduğu ortadadır. Bu itibarla Bursevî’nin bu ifadelerinin İslamî bilince, ruh ve muhabbetine; meveddet ve adalet emrine tamamen aykırı olduğunda, “hiç kimsenin başkasının suçundan ötürü suçlanamayacağına” dair prensibine taban tabana zıt olduğunda hiç şüphe yoktur. Bir veya bazı kâfirleri yüzünden Kürt milletinin tamamına bu tarzda hücum etmek ve özellikle de “salih olanlarıyla bile arkadaşlık/ yakınlık kurulmamasını” tavsiye etmek, fevrî bir hareketin, duygusal bir yaklaşımın ortaya çıkardığı bir durumdur. Ama bu duygusal durumun gönülden, Allah’a dostluktan, zühd, takva ve veradan kaynaklanmış olamayacağı ve dolayısıyla tasavvuf çatısı altında da olsa bunların edebiyatının yapılması, gereğinin yerine getirildiği/ getirileceği anlamına gelmeyeceği keza keşfî ve ilhâmî değil aklî muhakemeye ihtiyaç olduğu ortadadır. Bu ifadelerin müfessirin kendisine ait olmayabileceği ihtimali, müellifin -bizim de bir örneğini edindiğimiz- kendi el yazma nüshasının mevcut olmasından dolayı ortadan kalkmaktadır. Her ne kadar klasik bir savunma stratejisi olsa ve tarihi süreçte eklemelere maruz kalmış eserlerin varlığı malum ise de Rûhu’l-Beyân için bu olasılık devre dışıdır.
Bu nefret ve şiddet dilinin sıradan Türk köylüsündeki (toplumsal algıdaki) yansımaları genelde “kuyruklu Kürt, dağlılar, eşkıyalar, çapulcular, kırolar, mağaradan gelmişler” şeklinde olmuştur. Bursevî’nin “Rûhu’l-Beyân” adlı eserindeki Kürtlere yönelik ağır ithamların tek başına değilse de bunda etkili olduğu izahtan varestedir. İdeolojisi bu tarz fikirler olan eserlerle beslenilen Medreselerin veya okur yazar durumda olan kimselerin eğitip zihinlerini yönettiği bir halkın, İslam dininin insanları kardeş kılma inancına göre davranması beklenemez. Nitekim resmî medreselerde bu gibi fikirler taşıyan eserler okuyarak yetişen Osmanlı din alimlerinden kimisi, Kürtlere bu gözle bakılmasını reva görmüş veya en azından bu yaklaşımı giderecek türden bilinen bir tutum sergilememiştir ki bugün bile maalesef Anadolu’nun ücra köşelerinde bile Kürtler hakkında aşağılayıcı bir anlayış ve tutum görülebilmektedir.
Esasen tefsirinde Kürtler hakkında bu tür hakaretamiz bir dil kullanan Bursevî’nin bu kanaatinin anlık/ fevrî veya geçici bir sebebe dayanmadığı aksine farklı çalışmalarından onun kafa yapısı olarak Türkçe ve Türklüğe verdiği özel konumun kendisinde oluşturduğu Kürtler ve Kürtlüğe dair nefretinin somut bir yansıması olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim o, Kur’an’ın Arapça olması münasebetiyle eserinde dillerin en faziletli olanının Arapça, sonra Farsça, sonra da Türkçe olduğunu şu sözleriyle ifade eder:
“Efazıl-ı elsine Arabî ve ondan Farisiyye-i deriyye ve ondan Türkîdir”. Aynı görüşü Kitabü’n-Netice adlı eserinde de şu şekilde tekrar eder: “Ve cümle-i elsinenin efdali lisân-ı Arab ve ba’dehu Farîsi ve ba’dehû Türkîdir.
Yine, Şerh-i Kelâm-ı Şeyh Sadî adlı risalesinde de Allah’ın muhtelif dillerle konuştuğunu ve bunlardan en faziletli olanlarının Arapça, Farsça ve Türkçe olduğunu belirterek Allah’ın bu dillerin her biri ile defalarca kendisiyle konuştuğunu şu şekilde söyler: “Allah Teâlâ lügat-ı muhtelife ile tekellüm ider, egerçi efdali lügat-ı Arabiyye, andan Farisiyye, andan Türkiyyedür. Ve bu fakire her biri ile defaat ile tekellüm vaki olmışdur.” Kırk Hadis Şerhi adındaki kitabında ise işi birkaç level daha ileriye götürerek “Âdem cennetten lisan-ı Türkî ile ‘kalk’ demekle kıyam edip çıkmıştır. Zira dünyada ahir tasarruf Türkündür.” Bursevî’nin, Türkçeye dair “Âdem’in dili ve cennette konuşulan dil olması” iddiası onun fanatik kavmiyetçi ve tassubî bir anlayışta olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Çünkü farklı bir eserinde; “Pes lisan-ı Türkî dahi şerefte fi’l cümle Arapça’ya mülhaktır.” diyerek Türkçeyi şeref bakımından Arapça ile eşit düzeye çıkarmaktadır. Özellikle Türkçeyi yüceltip cennet dili olarak görmesinin, ömrünün son yıllarında kaleme aldığı Kırk Hadis Şerhi’nde (telif tarihi: 1725) yer alması kayda değerdir. Bu felsefesinden hareketle olsa gerek Bursevî Enbiya 68 ayetini tefsir ederken “Zaten Hz. İbrahim’i ateşe atılma fikri Kürtlerden geldi. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah da tefsirinde böyle söylüyor” demekte; ancak bu iddia ile ilgili bir kaynak gösterme gereği duymamaktadır.
Öte yandan peygamberlerin gönderilen kavimden olduğu sabitesinden hareket edersek Hz. İbrahim’i yakma isteğinde bulunan halkın Kürt olması durumunda bu peygamberin de Kürt olması ihtimali doğmaktadır. Şüphesiz İbrahim ve milletinin/ halkının Kürt olmasında bir sakınca bulunmamaktadır lakin bu durumda Bursevî’nin Kürtlere dair tespit ve önerilerinin onun (Hz. İbrahim) için de geçerli olacağı uzak bir ihtimal değildir.
M.asim köksal in peugamberler tarihi kitabı sayfa 156 da şöyle yazıyor,nemrut a inrahimi ateş ye yakınız diye tavsiye veren, Fars bedevilerinden Kürt heyzen idi vebu adamı yer yuttu da kıyamete kadar kımıldadikca yere batıp durur. hz.ibrahim Kürtlere beddua etti, dinden ayrılmayın ama devzletiniz de olmasın dedi.