ALİŞAN ÖZDEMİR
Hulin, Hint felsefesinin mantık merkezli olduğunu ileri sürer. Ama “Yunanistan’da erkenden gerçekleşenin aksine mythosve logos arasında bir kopma yoktur. Çok belirli istisnalar dışında Düşünen Hindistan kendi geleneğinin bıraktığı mitlerden oluşan muazzam ve gelişimini tamamlamamış malzemeye karşı hiçbir zaman eleştirel bir tavır almamıştır.” (Hulin, 2014: 36). Jullien’e göre, birçok politik merkezin ortaya çıkması bir yandan düşünce akımlarının serpilmesini desteklemiş, öbür yandan çökeduran politik sistemin sorgulanmasına yol açmıştır. “Öte yandan eski kabilesel ve feodal yapıların parçalanmasından yararlanan yeni toplumsal gruplar ortaya çıkar. Bu gruplar sadece etkiye dayanan bir rasyonalitenin gelişmesini destekler: kendi inisiyatifleriyle zenginliği yaygınlaştıran yöneticiler ve tüccarlar ile prenslere bilgelik dersleri vermeye çalışan saray danışmanları ve gezgin üstatlar.” (Jullien, 2014: 141). Bu koşullarda, “Ahlaksal deneyimimi derinleştirerek semavi dünyadan gelen düzeni” keşfeden Konfüçyüs etkili olur (Jullien, 2014: 142). Doğan Özlem, Hindistan, Çin, Mezopotamya ve Mısır’da matematik ve mantık sistemine geçilemediğini; mantık tarihinin, mantık teriminin kökeni olan “logos” kavramının ortaya çıktığı İyonya’dan başlatıldığını yazar:
Logos kavramı, söz, yasa, akıl, akıl ilkesi, tanrısal akıl, tanrısal yasa, tanrısal istenç, varlık düzeni vb. Pek çok anlam içeren oldukça zengin içerikli ve karmaşık bir kavram olarak, aslında Doğu felsefesinden (Hint ve Çin felsefelerinden) İyon felsefesine geçmiştir. I İyon felsefesinde logos kavramını ilk kez Herakleitos’un bir felsefe kavramı olarak kullandığını görüyoruz (Özlem, 2011: 389).
MÖ 7. Yüzyılda yaşadığı sanılan Kanada, düşüncenin doğayı yansıttığı ve doğal gerçekliğe uygun bulunması gerektiği görüşündedir. Doğruyu söylemek için doğru tanımlamak, doğru tanımlamak için doğru ayırt etmek gerektiğini ileri sürer. Dış dünyada varolanların tüm bireysel ayrımlarını altı kategoride toplar, doğru düşünmeyi (yani mantığı) sağlamak için bunları ilke olarak ileri sürer (Hançerlioğlu, 1976: C. 4, S. 62). Zimmer şöyle yazıyor: “Brahman felsefesi, başladığından beri birbirinin peşinden gelen zıtlıkların çelişikliği çevresinde örülmüştür; ama bu zıtlıklar doğal dünyanın ortaya dökülen güçlerinin ve biçimlerinin birleşmesidir.” (Zimmer’den Akt. Yenişehirlioğlu, 1985: 21).
- Sponsorlarımız -
Budizm’de “oluş” evrensel bir gerçektir, ancak bu kavram dünyanın geçici ve aldatıcı olduğunu anlatmak için kullanılmıştır. Makovelsky’ye göre, Budizm’de (MÖ 6. yüzyıl) varlık, madde, ruh yoktur; her yerde varlık-olmayan egemendir. Her şey akıp geçer, her şey oluş ve değişme içindedir. Ruh, değişik birtakım ruhsal süreçlerin akışıdır; madde, değişik güçlerin parlayıp sönmesinin oluşturduğu dizidir. Bunları birbirine bağlayan şey, ortaya çıkışlarını olanaklı kılan şaşmaz nedenselliktir. Gerçek olan, ortaya çıkıp yiten renkler, kokular, tatlar, seslerdir. Düşünce, bu tikel olayları birbirine bağlayarak tutarlı bir bütün ortaya koyar. Bilme ediminin nesnesi, ancak “işte”, “şimdi” sözcükleriyle belirtilebilir. Çünkü nesne, gerçekte bir daha yinelenmeyen biricik andır; anlık ortaya çıkışların ve yitişlerin birbirinin yerine geçmesinin kesintili sürecidir. Yani sürekli bir şey olarak görünen nesne, düşüncemizin yarattığı bir üründür. Bilginin kaynağı olan duyum, bilincin kendisinden çıkan bir şeydir (Makovelsky’den akt. Hilav, 1997: 22-23). Budizm’i düşünce düzeyinde yerine oturtmak için on altı okul ortaya çıkmıştır. Örneğin materyalist Çarvaka Okulu var olanların ana maddesinin dört öğe olduğunu ileri sürmüştür: Toprak, su, hava ve ateş. Vaiçeshika okuluna göre, var olanların tümünü oluşturan öncesiz ve sonrasız atomlardır. Samkya okulu, öncesiz ve sonrasız devinimin maddeye içkin olduğunu ileri sürmüştür. Çeşitli okullar arasındaki çekişmelerde galip gelen Vedanta (vedaların tamamlanması) okulu olur. Daha sonra bu okulun temsilcisi olan Çankara, bir tümtanrıcı olarak, duyusal dünyanın bir aldanış olduğu görüşünü egemen kılmıştır (Makovelsky’den akt. Hilav, 1997: 18-22).4Yenişehirlioğlu’na göre de diyalektik düşünce ilkin Batı felsefesinde ortaya çıkmamıştır. Daha önce Lao-tse, Cuang-tsuve Brahman felsefesinde diyalektik düşüncenin ilkelerine, kavramlarına rastlanmaktadır:
Hegel ve Marx’tan çok önce bu çelişik mantık denilen diyalektik Eski Çin ve Hint Uygarlıkları’nda da yerini almıştı. Çünkü çelişik mantığın yani diyalektiğin genel ilkesi olan çelişme olgusunu Lao-tse açık bir biçimde söylemiştir: “Kesinlikle doğru olan sözler çelişik görünürler. “ Ya da Chuang-tzu da şöyle der: “Tek olan tek’tir. Tek olmayan gene tek’tir.” Açıkça görüyoruz ki burada, diyalektik’in olumlu düzenlemeleri anlatılmaktadır; o’dur ve o değildir biçiminde. Bir de biz biliyoruz ki, olumsuz düzenlemeler söz konusudur diyalektikte; o ne budur, ne de şudur gibi. Birinci anlatım biçimini Taoist düşüncede, Herakleitos ve daha sonra da Hegel’de buluyoruz. İkinci biçimi de bir anlatım biçimi olarak Hint felsefesinde bulmaktayız (Yenişehirlioğlu, 1985: 20).
Doğuda, diyalektik olmayan düşünme biçiminin ağır bastığını belirten Hilav’a göre, Doğu filozoflarının yaygın eğilimi, dünyanın değişmez olduğu görüşüdür. Hintli ve Çinli filozoflar, şeyin tözünü, kendisiyle sürekli özdeşlik içinde bulunan, değişikliğe uğramayan bir ilke olarak düşünüyordu. Hintlilerde Brahmana-Atmana, Çinlilerde Tao; insan olmayan, nasılsa hep öyle kalan mutlak bir varlıktır. Dünya ise bir hayal ve görünüş, geçici bir gerçekliktir. Bu görüşler dinlerden ayrı değildir, dinsel birer ideolojidir. Dünya gizli tinsel güç tarafından yönetilmektedir, hükümdar onun insanlar arasındaki temsilcisidir. Çin düşüncesinde bulunan ikilikler (gök-toprak gibi) çatışma içinde değil, uyum içindedir. İran düşüncesinde de ikilikler vardır (aydınlık-karanlık, vb.) ve bunlar sürekli çatışma içindedir, ancak bu durumları hiç değişmez (Hilav, 1997: 15-17).
Kanımızca, bu araştırmadan Antikçağda Doğuda “diyalektik” terimi (ya da benzeri bir terim) kullanılmamıştır sonucu çıkar. “Bir savın kendi içinde tutarsız, dolayısıyla yanlış olduğunu göstererek bu savı çürütme yöntem ve ustalığı”nı belirtmek için bir terim türetilmediği anlaşılmaktadır. Doğunun din felsefecilerinin, Batının doğa filozoflarınınkine benzer görüşler savunduğu ileri sürülebilir. Ancak benzerlik özde değildir. Çünkü Doğu filozofları; oluş, değişme ve karşıtlıkların doğada olduğunu görmekle birlikte, değişmeyen varlık-olmayanın ya da ruhun yarattığı geçici ve aldatıcı durumlar olduğunu ileri sürmektedir.