MEHMET EMİN ŞİMŞEK
Yirminci yüzyıl önemli düşünce ekollerinden olan Frankfurt Okulu ya da diğer bir tanımla Eleştirel Teori, Almanya Frankfurt’ta kurulan Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nde bir araya gelen Marksist veya Freudyen perspektife bağlı olan bir grup düşünürün toplum ve bireye dair düşüncelerinden müteşekkildir. Bu düşünürlerden öne çıkanlar olarak, kurumun ilk yöneticisi Grünberg ve Horkheimer, Adorno, Marcuse, Benjamin, Fromm ve Habermas’ı gösterebiliriz. Okulun temel önermesi, toplumsal sorunları anlamak ve çözüm üretmek olup, toplumsal geleceğin daha iyi nasıl kurulacağına dair ipuçları üretmektir. Okul için, ütopik/beklenen gelecek sosyalist bir yapıda görülür, ama dönemsel olarak işçi sınıfının önderliğinde yakalanamayan bu geleceği(ya da dönemin Sovyet deneyimin baskıya dönüşen deneyiminin verdiği olumsuzluklar, ayrıca bunun yanında bir de faşizmin varlığı düşünüldüğünde, var olan karamsar atmosfer), okul düşünürleri, (öz)eleştirel bir yöntemle yeniden okuduğuMarks(izm)’den yeni ve doğru(özgürleştirici ve eşitlikçi) yorumla bir yol açılabileceğine dair inanç taşır. Bu okul teorisyenleri açısından Marks’ın temel düşüncelerinin okulun ilk dönemlerinde daha Ortodoks bir tavırla ele alınmasına karşın sonraki süreçlerde Marks’tan giderek uzaklaşıldığını söyleyebiliriz.
Adorno-Horkheimer, Aydınlamanın Diyalektiği adlı çalışmalarında Aydınlama ve akıl üzerine yoğunluk göstererek, modern dönemin eleştirisini yaparlar. Çalışmalarının amacını “insanlığın gerçekten insanî bir duruma ulaşmak yerine neden yeni bir tür barbarlığa battığını anlamaktan fazlası değildi” diye belirtirler. Bu amaç etrafında baktığımızda düşünürlerin şahit oldukları yirminci yüzyılın ilk döneminin genel karamsar havasının etkisinde olduklarını düşünebiliriz ki, bu dönemde net olarak insanlığın barbarlaştığı fikrini taşımak için örnekler mevcuttur. Onlara göre, Aydınlamanın hedefleriyle gelinen noktada bir tezatlık yaşandığı açıktır. Öyleyse; bunun nedenini bulmak gerekir. Bu bağlamda öncelikle Aydınlanmanın tanımını ve amacını belirlemek için Adorno-Horkheimer’a başvurulabilir. Onlara göre, “en geniş anlamda ilerlemeci bir düşünme olarak Aydınlanmanın öteden beri hedefi, insanları korkudan arındırmak ve efendi konumuna getirmek olmuştur. Ne ki tamamen aydınlanmış şu yeryüzü muzaffer felâket alâmetleriyle parlıyor. Aydınlanmanın tasarısı dünyanın büyüsünü bozmaktı. İstenen, söylenceleri dağıtmak, kuruntuları bilgi yoluyla yıkmaktı”r.
Bu noktada Aydınlanma, insana ve onun dünyasına dair yeni bir rol biçmiştir. Aydınlamanın insanı, doğayı akıl ve bilim yoluyla kontrol altına alacak ve böylece etrafta dolaşan, ama akıl dışı ve bilimsel olmayan söylentileri, mitolojik haleyi dağıtabilecektir. Adorno-Horkheimer, Aydınlamanın bozduğu büyünün yerine kendi büyüsünü koyarak aslında karşı olduğu durumları kendine yararlı hale getirmiştir diyebiliriz. Aydınlanmanın karşı olduğu söylenceleri yıkmak adına yeni söylenceler üretmesi onun irrasyonelliğine dair işaretleri olarak görülebilir. Aydınlanma sürecinin bilimsel zirvesi olan pozitivizm, toplumu/insanı bilimsel nesne yani hesaplanabilir, kontrol edilebilir bir duruma getirerek Aydınlanma mitosunun sonucu olarak gösterilebilir. İlk başta doğaya saldıran ve kontrol altına alan ‘akıl’lı insan, daha sonra bu saldırılarını topluma ve insana da yöneltmiştir.
- Sponsorlarımız -
Tüm aydınlamayı belirleyen akıl kavramı, Horkheimer’e (Adorno da içinde geçerlidir) göre, öznel ve yarar amacı taşıyan ‘araçsal akıl’dır. Bu nedenle Aydınlamanın hedeflediği amaca eriş(e)memesinin nedeni aydınlanmacı aklın nesnel akıl olmayıp, öznel ve araçsal akıl olmasıdır. Nitekim; yirminci yüzyıldaki trajik olaylar bu aklın sonucu olarak görülmektedir. ‘Araçsal akılcılık’ ilkin doğayı insan için kullanılabilir bir nesne haline getirmiş, ancak toplumu ve insanı yönetimin/iktidarın tahakkümü altında bir nesne konumuna indirgeyerek asıl yıkıcılığını sergileyebilmiştir. Araçsal akılcılık, bu açıdan insandaki iki yabancılaşmanın nedeni olarak gösterilir: İnsanın birinci yabancılaşması doğayı ‘şey’leştirerek gerçekleşmiştir, ikinci yabancılaşma insanın kendisine ve diğer insanlara karşı oluşmuştur.
Modern toplumun temelindeki araçsal akıl, her şeyi nesneleştirerek kullanıma sokar. Adorno ‘kültür endüstrisi’ kavramıyla bu noktayı gösterir. Kapitalizmin her şeyi satılığa çıkardığı bir aşamada, kültür de bir üründür. Yabancılaşmış insan, kitle halinde var olan bir kalabalıktır ve kapitalizmin-iktidarın, bu kitleyi etkilemek ya da tüketime yönlendirmek için elinde denetimi sağlayan teknolojik(teknik) araçları bulunmaktadır. Bu araçlar, kitleye kapitalist tüketim mesajlarını reklâm kanalıyla iletip insanları etkilemektedir. Adorno’ya göre bu, kültür endüstrisinin sanatsal yönüdür. Ona göre, bu durumda Aydınlamanın peygamberi olan Kant’ın sanatı, amacı olmayan amaçlılık olarak tanımı, kültür endüstrisi için pazarın/reklâmın sunduğu amaçlar adına amaçsızlık olarak değişmiş olup Aydınlanmanın geldiği noktanın tezatlığını gösterir.
Araçsal akılcılığın sonucunda modern insanın geldiği nokta kültür endüstrisinin bir tüketicisi olmaktır. Bu tüketiciler, kültür endüstrisi tarafından yönlendirilip, “araştırma kuruluşları tarafından çizilen ve propaganda amacıyla kullanılanlardan ayırt edilmeyen haritalarda kırmızı, yeşil ve mavi alanlarla değişik gelir gruplarına göre ayrılarak birer istatistik malzemesine” dönüştürülmüştür. Adorno, bu karamsar tabloya rağmen, insanlığın bilinçlenmesi ve daha güzel bir gelecek için harekete geçirici etken olarak sanatı gösterir. Ona göre, sanatın varlığı yeniden inşa etme gücü bunu sağlayacaktır. Böylece sanatın, gerçek bir aydınlanma için son ve tek kurtuluş alanı olarak görüldüğünü söyleyebiliriz.
Sonuçta, Frankfurt Okulu’nun Aydınlanmaya/moderniteye getirdiği eleştirileri ve karşı çıkışları özellikle Adorno-Horkheimer bazında düşünüldüğünde(içindeki tüm Marksist kırıntılarına karşın) “postmodernliğin habercileri” olarak gösterilebilir olmaları konumuz açısından önemlidir. Modernliğe dair postmodern eleştirilerin toplandığı akıl, bilim vd. Kavramları düşündüğümüzde, Adorno-Horkheimer’ın da benzer eleştirileri getirmeleri, tarihsel açıdan daha önceki bir zamanda olmalarına karşın, onları postmodern düşüncenin köklerinden biri olarak göstermek için yeterlidir. Frankfurt Okulu’nun içindeki eleştirel tavır, Okul’u postmodernlikle münasip bir ilişkiye dâhil etmeye izin veriyorsa da Okulun tüm üyelerinin bu ilişkiye Adorno-Horkheimer kadar açık olmadıklarını da belirtmek gerekir.
Bu bağlamda Eleştirel Teori’nin yaşayan temsilcisi olan Habermas, Okul’un genel fikirlerinden etkilense de Aydınlanma aklının yaşanan tahakkümün ve olumsuzluğun zorunlu bir ilişkisinin olmadığını belirterek Aydınlamanın/modernitenin projesinin henüz tamamlanmadığına dair iyimser bir tavır takınır. Bu iyimserlik, “iletişimsel eylem teorisiyle Habermas[’ın), ideal bir uzlaşımın gerçekleştiği demokratik ve özgür bir düzenin imkânına duyduğu” inançta şekillenir. Habermas, postmodernizmin ortaya çıktığı ve geliştiği döneme şahitlik eden ve Lyotard tarafından başka bir büyük anlatı(iletişimsel eylem teorisi) yaratan biri olarak gösterilir ve eleştirilir. Habermas ise postmodernliğin irrasyonel ve neo-muhafazakâr bir düşünce olduğunu ileri sürerek, postmodernizmi kusurlu bulur ve postmodernizmin “şişirilmiş iddialarına”( post ekinin verdiği bitiş iddiaları gösterilebilir) şüpheyle bakar.