AYŞE ARZU KORUCU
Yaşam yolculuğunda insanın ilk durağı olan anne, tüm yaşamı boyunca da bireyin psikolojisinde silinmeyecek izler bırakır. Anne ve çocuk arasındaki ilişkinin psikolojik boyutları ve bilinçdışındaki uzantıları, bilimsel olarak ilk kez Sigmund Freud’un psikanalitik çalışmalarıyla derinlemesine sorgulanmış ve ortaya, ilk başta pek çok on dokuzuncu yüzyıl aydınının bile kabul edemediği Oedipus ve iğdiş kompleksi kuramları çıkmıştır. Başlangıçta Freud’un travma kuramının bir parçası olarak ortaya çıkan oedipus kompleksi, zamanla gölgede bıraktığı bu ilk kuramın aşılmasını sağlamıştır. Bu sansasyonel kuramını oldukça dogmatik biçimde ortaya koyan Freud’a göre, Oedipus kompleksinin başlangıç noktası çocuğun yenidoğan çağındadır; çünkü çocuğun ilk arzu nesnesi kendisini besleyen ve hayat veren annesidir; bu bağlamda bakan, besleyen ve haz veren rollerini aynı anda taşıyan anne, çocuğun ilk baştan çıkarıcısı kimliğini üstlenmiş olur. Çocuk fallus dönemine girdiğinde, fiziksel özellikler açısından kendisinden hayli üstün bir konumda olan babayı kendine rakip edinerek onun yerini almaya çalışır, hatta bunun için bilinçdışı bir biçimde babasını ortadan kaldırmayı arzular. Öte yandan, çocuğun bu rekabetçi tavrını ve babadan kıskanarak kendisini sahiplenmesine yönelik davranışlarını engellemeye çalışan anne, bu amaçla bir dizi yasak ve tehdit getirir; ancak bunların içinde en güçlü ve travmatik olanı, hiç şüphesiz, bu durumun devam etmesi halinde babanın çocuğu iğdiş edeceği tehdididir. Çocuk tarafından ciddiye alındığı takdirde çoğunlukla işe yarayan bu tehdit, iğdiş edilmekten korkan çocuğun, annesini bir arzu nesnesi olarak algılamaktan vazgeçmesini sağlar; ancak öte yandan çocukluk çağının en sarsıcı travması olan iğdiş kompleksini de tetikler. Freud, iğdiş kompleksinin oğlan çocuklarında Oedipus kompleksinin bitişiyle, kız çocuklarında ise Oedipus kompleksinin başlangıcıyla sonuçlandığını belirtir (Korucu, 2011, ss. 29-30). İğdiş kompleksinin iki cins üzerindeki etkilerinin farklı olması doğaldır; çünkü oğlan çocuğunun anneye olan saplantısının bastırılması, çocuğun içindeki dişil eğilimleri ve babaya duyulan nefreti arttırırken, sonraki yaşamında kadınlarla ilişki kurma bozukluklarına ve hatta eşcinsel tercihlere yol açar. Kız çocuğunda, iğdiş kompleksinin yol açtığı baba gibi fallus sahibi olma arzusu, zamanla yerini kendisini eksik doğuran anneye düşman olma durumuna ve babasından bir çocuk sahibi olma arzusuna bırakır. Kız çocuğunda görülen Oedipus kompleksi, bazen Elektra kompleksi olarak da adlandırılır, yetişkinlik döneminde ya babaya benzeyen biriyle evlenip ona sınırsız itaat etmeyle, ya erkeklere özgü bir yaşam tarzı benimsemeyle ya da oğlan çocuğunda olduğu gibi eşcinsel bir tercih belirlemeyle sonuçlanır. Freud, iğdiş kompleksinin Oedipus trajedisinde de vurgulandığını savunur: “Odipus söylencesinde iğdiş motifi de eksik değildir; çünkü işlediği suç ortaya çıktıktan sonra Kral Odipus’un gözlerini kör ederek kendini cezalandırması, düşlerden öğrendiğimize göre, iğdiş yerini tutan simgesel bir eylemdir” (1996, s. 137).
Freud sonrası psikanaliz uzmanlarından Jacques Lacan, iğdiş kompleksinin çocuktan ziyade anne tarafından yaşantılandığını savunur. Buna göre, anne kendi eksikliğinden ötürü bilinçdışı bir biçimde çocuğunu kendi fallusu olarak görür. Ancak anneyle doğrudan yaşadığı bu mutluluğu yasaklamak adına çocuk, babanın yasası olan kültürün yasası tarafından anneden koparılır, yani bir anlamda iğdiş edilir:
İnsanlaştırıcı Kastrasyon’ anneden, annenin kendi penis eksikliği ve imrenmesi nedeniyle kendi fallusu gibi yaşantıladığı yavrusunun kültür adına kastre edilmesidir. Ve çocuk bir fallus olarak kastre edilir, yani eksiksizlik, “narsistik omnipotens” (kâdir-i mutlak), annenin eksiği olan şey olarak kastre edilir aslında (Tura, 2005, s. 65).
- Sponsorlarımız -
Lacan’a göre, anne karnında tüm ihtiyaçları tam olarak ve doğrudan karşılanan cenin, tüm gerilimlerden uzakta mutlak bir mutluluk içindedir; ancak hareketsiz ve eksiksiz olan bu mutlak mutluluk kültürün düşmanıdır, çünkü dış dünyadan gelen tüm uyarım ve gerginliklerin yok olduğu ölüm haliyle birebir benzerlik gösterir. Bu şekilde, dinamik gücünü anneye ait Eros’a borçlu olan kültürel düzen, koyduğu sembolik ensest yasağıyla çocuğun anneyle doğrudan birlikteliğini yasaklarken, aslında anne rahmine geri dönüşle aynı anlama gelen ölümü yasaklar; üstelik çocuğun kültürel bir özne haline gelebilmesi için anneyle yaşadığı bu dolaysız ve mutlak hazzın engellenmesi gerekir (Tura, 2005, s.65).