Kemal Bakır
Arendt, Totalitarizmin Kaynakları’nda kötülüğün anlaşılması bağlamında Nazizmi ele alır ve özellikle Nazilerin organize ettiği toplama kamplarında yaşananları sorgular. Bu kamplarda hayat bulan, doğal değil istençli ve bu anlamda ahlâkî bir kötülüktü ve bu yönüyle felsefi problemler doğurmuştu. Çünkü sorumluluk almanın doğasını belirsiz bırakmıştır. Doğal kötülükte (deprem, sel, kasırga vb.) kötü bir niyet olmadığını anlamak kolaydır fakat insanlıkta kötülüğün olmasının anlamı nedir? (Neiman 2006: 310-311). İşte Arendt’in cevabını aradığı soru da buydu: Kötülüğün sembolü olan bu kampların anlamı nedir? Arendt, bu soruyu şöyle cevaplar:
Bu kampların ifade ettiği şey yalnızca halkı imha etmek ve insan onurunu kırmak değil, bunun yanı sıra, bilimsel olarak kontrol edilen şartlar altında, insan davranışının bir ifadesi olan kendiliğindenliği bizatihi ortadan kaldırmak ve insanları önemsiz bir şeye, hayvanların dahi olamadığı bir şeye dönüştürmek için dehşetli bir deneye hizmet etmektir; bildiğimiz gibi, aç olduğunda değil de bir zil çaldığında yiyecek yemek üzere eğitilen Pavlov’un köpeği sapkın bir hayvandı. Normal şartlar altında bu asla başarılı olamazdı, çünkü kendiliğindenlik yalnızca insan özgürlüğü ile ilgili değil aynı zamanda en az onun kadar sırf hayatta kalmak açısından bizzat insan yaşamı ile de ilgili olduğundan asla tamamen ortadan kaldırılabilir değildi (Arendt 1963: 438).
Arendt’e göre, totalitarizmin amacı insanlar üzerinde baskıcı bir yönetim oluşturmak değil içerisinde insanların önemsiz, gereksiz olduğu bir sistem tesis etmektir. Bütünlükçü bu sistemin ve dolayısıyla da tek vücut iktidarın inşası ve idamesi ancak “kendiliğindenliğin” en küçük bir emaresinin dahi olmadığı, şartlı tepkiler ve kuklaların dünyasında mümkündür. Çünkü “insanlar ancak hayvan türünden insan örneği haline geldikleri zaman bütünüyle tahakküm altına alınabilirler” (Arendt 2014: 277). Bundan dolayı totalitarizm ilk etapta insandaki tüzel kişiliği ve devamında ise ahlâki kişiliği yani bir anlamda da vicdanı hedefler. Bunları yok ettikten sonra geriye kalan sadece bireyselliklerini yitirmiş “hepsi Pavlov’un deneylerindeki köpek gibi davranan, kendi ölümlerine [gaz odalarına] giderken bile kusursuz uyumla karşılık veren ve tepkimeye girmekten başka bir şey yapmayan insan yüzlü ölü gibi solgun kuklalar”ın, yaşayan cesetlerin fiziksel imhasındır. Totaliter bir ideoloji olan Nazizm bu aşamalı imha sürecini oldukça başarılı bir şekilde sonuçlandırmış, sistem zafere ermiştir. Nazizm, insanları, birer potansiyel suçlu olarak kamplarda toplamadan önce bunun alt yapısını oluşturmak için başlattığı ve kamplarda devam ettirdiği aşağılama ve ötekileştirme siyaseti ve beraberindeki kanuni düzenlemeler ve baskılarla temel hak ve özgürlüklerden yoksun bırakmış ve böylece hukuk önündeki tüzel kişiliği yok etmiştir. Ardından kamplarda gayriahlâki, akla ve vicdana sığmayan seçimler yapmaya (örneğin kamptaki bir insanı kendi ölümünü erteleme veya serbest bırakılma vaadi karşılığında başkalarının ölüm sürecindeki işlere yardım etmeye ya da bir anneyi öldürülmek üzere iki çocuğundan birini seçmeye) zorlayarak kötülüğe ortak edip ahlaki kişiliğini öldürmüştür. Dahası insan doğasına kastederek insanın kendi kaynaklarından hareketle yeni bir şeylere başlama gücü olan “kendiliğindenliği”ni yani bu anlamda bireyselliğini ortadan kaldırmıştır. Nihai olarak da bütün insani niteliklerden arındırılarak gereksiz kılınan insan görünümündeki yaratıkların bedenlerini fiziksel olarak imha etmiştir. İşte Nazizm’in insanlığı dehşete düşüren ve bir anlam verilemeyen hazin zaferinin kısa özeti budur (Arendt 2014:268-277).
- Sponsorlarımız -
Bu, aslında imkânsızı başarmaktı ki zaten totaliter rejimler mutlak güç arzusuyla her şeyin mümkün olduğunu göstermeye çalışıyordu. Ancak bunu yaparken farkında olmaksızın insanların ne cezalandırabileceği ne de affedebileceği yeni suçlar olduğunu ortaya koymuş oldu. Bu yeni suç ve suçlu türünün hangi ahlâki niteleme ile karşılanacağı üzerinde kafa yoran Arendt, Nazi suçlarının geleneksel suçlara benzetilemeyeceği hususunda oldukça ısrarcıdır. Çünkü “insanları insanlar olarak gereksiz kılmak” gibi bir imkânsızlığın üstesinden gelmek olağan bir şey değildir. Bütün ahlâki sınırların zorlandığı bu durum kötülüğün en uç biçimi yani Arendt’in Kant’a referansla yaptığı nitelemeyle kökten ya da “radikal kötülük”tür ve Arendt’e göre, bu insanca anlaşılabilir sebeplerle açıklanabilir değildir(Arendt 2014: 280-281). Arendt’in kendi ifadesiyle:
İmkânsız mümkün kılındığında, artık kişisel çıkarla, hırsla, açgözlülükle, hınçla, iktidar arzusuyla ve ödleklikle anlaşılıp açıklanamayacak ve bu yüzden öfkenin öç alamayacağı, aşkın katlanamayacağı, dostluğun affedemeyeceği, cezalandırılamayacak, affedilemeyecek mutlak bir kötülük haline geldi. Tıpkı ölüm fabrikalarındaki ya da unutma hücrelerindeki kurbanların, cellâtlarının gözünde artık “insan” olmamaları gibi, bu yeni suçlu türü, beşerî günahkârlıkla ilgili dayanışmanın sergileyebileceği sınırların dışında kalır (Arendt, 2014: 280-281).
Arendt’e göre radikal kötülüğün kavranamaz oluşu her tür felsefe geleneğine içkin bir özelliktir. Bunu, hem şeytanın dahi ilahi bir kaynağının olduğunu kabul eden Hıristiyan teolojisinde hem de radikal kötülüğü akla uygun güdülerle açıklanabilecek şekilde “sapkın kötü bir irade” kavramıyla akılsallaştırmasına rağmen en azından böyle bir kötülüğün varlığından şüphelenmek zorunda kalmış olan Kant’da da görmek mümkündür. Bu sebeple bütün gerçekliğiyle insanlığı bunaltan, bütün kuralları yıkan ve sık sık karşılaşılan bu fenomeni anlamak üzere başvurulabilecek hiçbir şey yoktur. Farkına varılabilir gibi duran tek şey: radikal kötülüğün, kapsamındaki bütün insanların aynı ölçüde gereksizleştiği bir sistemle ortaya çıkmasıdır (Arendt 2014: 281). Böylece Arendt, totaliter bir rejim olan Nazizm’in ortaya koyduğu kötülüğün anlamlandırılamayacağı kanaatiyle meseleyi şimdilik sonlandırmıştır. Ancak o, daha sonra Nazi suçlarıyla ilgili yargılamalarda özellikle de bizzat katıldığı Eichmann davası sürecinde meseleyi tekrar ve farklı bir yaklaşımla ele almış ve “radikallikle” nitelediği ve açıklanamaz olduğunu düşündüğü kötülüğü bu sefer “sıradanlıkla” açıklama yoluna gitmiştir.