Kemalizm, yalnızca devletin ideolojik aygıtlarına değil, aynı zamanda devletin dışında gelişen siyasal hareketlerin çoğuna da sirayet etmiş, sol siyaseti kurucu bir zemin olarak şekillendirmiştir. Türkiye solunun neredeyse bütün tarihsel biçimlenişi bu Kemalist zeminle ya doğrudan uzlaşmış ya da ona göre kendini konumlandırmıştır. Bu durum, Türkiye solunun en başta ulus-devlet paradigmasına içkin olduğunu, tarihsel olarak devletin üniter yapısına sadakat gösterdiğini ve en önemlisi Kürt meselesini bir “taktik mesele” olarak görmeye meyilli olduğunu göstermiştir.
Bu bağlamda 1971 devrimci kopuşuna atfedilen “anti-kapitalist”, “devrimci” ve “halkçı” kimlik, yapısal olarak Kemalist modernleşmenin ideolojik aparatlarından bağımsız değildir. 71 kopuşunun önder kadroları –her ne kadar sistemle çatışmış olsalar da– Türk ulusalcılığının sınırlarını aşamayan bir siyasal tahayyül içinde kalmışlardır. Kürt meselesi, bu kopuşun zihinsel haritasında ya hiç yer almamış ya da proletarya enternasyonalizmi adı altında askıya alınmıştır.
Oysa Kürt halkı için mesele, yalnızca sınıfsal sömürü meselesi değil; doğrudan varoluşsal bir sorundur. Kürtlerin inkârı, bir ekonomik eşitsizlik meselesinden çok daha derin, çok daha yapısal bir ideolojik imhadır. Kemalizmin laik-modernist söylemi, bu imhayı seküler bir maske altında gerçekleştirmiş; Şeyh Said’den Seyid Rıza’ya kadar Kürt önderliklerini “gerici” olarak kodlayarak imha etmiştir. Bu zihniyet, Türkiye solunun ana damarında da güçlü biçimde mevcuttur.
Örneğin; Deniz Gezmiş’in liderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) Ankara Sıkıyönetim Mahkemesine verdiği Savunma’da Şeyh Said ile ilgili şunları söylemişti: “Eski güçleri zayıftı, tek başlarına iktidara gelecek güçte olmadıkları için, yine tek kurtuluş yolunu dış destekte buldular. Ve zamanın Ortadoğu’daki hâkim devleti İngiltere ile gizli anlaşmaya başladılar. Birinci ve İkinci Meclisteki üyelerin yapıları ve Meclis zabıtları incelendiği zaman bu takımın faaliyetlerini görürüz. Hilafetin tekke ve zaviyelerin kapatılmasına açıkça karşı koymuşlar, 1925 Şeyh Sait isyanı ile şanslarını denemişler, 1926’da İzmir’de Atatürk’e suikast düzenlemişler, fakat başaramamışlar, 1930’larda serbest fırka etrafında birleşmişler, fakat sonradan faaliyetleri yasaklanmıştır. Uzun yıllar devam eden birinci dünya savaşının ve Kurtuluş Savaşımızın ganimetleri ile yüklü oldukları cephede çarpışan yurtseverlerin namusuna kadar el attıkları için rahat durmamakta ve her fırsatı kullanmaktadırlar.”
- Sponsorlarımız -
Bugün hâlâ Türkiye solunun büyük kısmı, Kürtlerin ulusal taleplerini tali bir mesele, hatta “emperyalizmin oyunu” olarak kodlamaya devam etmektedir. Sol adına yapılan bu yeni tahakküm biçimi, bir tür ideolojik asimilasyon çabasıdır. “Kürt sorunu”nu sadece “demokratikleşme”ye indirgemek ya da “emek eksenli” soyut bir evrensellik içerisinde eritmek, Kürt milletinin tarihsel deneyimini, isyan hafızasını ve kendi kaderini tayin hakkını fiilen yok saymaktır. Türkiye solu, hâlâ Kemalist modernitenin “medenileştirme misyonu”nu sol maskelerle sürdürmektedir. Bu maskeler bazen “sınıf”, bazen “laiklik”, bazen “anti-emperyalizm”, bazen de “devrimcilik” adını almaktadır. Ancak içerik değişmemektedir: Kürdü görmeyen, Kürdü duymayan, Kürdün hafızasını inkâr eden bir siyasal bakış…
O halde yapılması gereken şey, sadece Kemalizmle hesaplaşmak değil; onun sol içerisindeki izdüşümlerini de teşhir etmektir. Kürt ulusal hafızasının üzerini örten her söylem, ister sağdan gelsin ister soldan, bir sömürgeci bakış açısının ürünüdür. Kürt halkı, tarihsel hafızasını ancak bu çok katmanlı inkâr mekanizmalarına karşı bilinçli bir mücadeleyle inşa edebilir. Bu nedenle, Kürtler için Kemalizm bir ideoloji değil, bir yok oluş projesidir. Türkiye solu ise bu projenin gönüllü ya da farkında olmadan taşıyıcısı haline geldiği ölçüde, Kürtlerin özgürlük mücadelesine yoldaş değil, engel olmaktadır.
Kemalist modernleşmenin içinden konuşan bir sol hareket, kaçınılmaz olarak “tek millet, tek devlet” fikrinin tarihsel içeriğini koruyarak hareket eder. Mahir Çayan ve çevresinin anti-emperyalist perspektifi, “ikinci kurtuluş savaşı” söylemine oturtulurken, bu mücadelenin öznesi olarak yalnızca Türk halkı tahayyül edilmektedir. Kürtler, bu kurguda ya devrimci mücadelede görev alması gereken bir “yardımcı unsur” ya da “feodal yapılarla gerici ilişkileri olan” bir topluluk olarak tasavvur edilir. Burada karşımıza çıkan şey, Kürtleri özne olmaktan alıkoyan, onları bir “tarihsel yük” haline getiren, sol kisveye bürünmüş bir inkâr pratiğidir.
Bu çerçevede, Kürtlerin tarihsel mücadelesi, Türkiye solu tarafından ya görmezden gelinmiş ya da çarpıtılmıştır. 1925 Şeyh Said isyanı, 1930 Ağrı direnişi, 1937-38 Dersim katliamı ve sonrasındaki bütün Kürt başkaldırıları, solun tarih yazımında ya “gerici ayaklanmalar” olarak yer almış ya da “reaksiyoner feodal öznelerin provokasyonları” şeklinde değerlendirilmiştir. Bu yaklaşımın teorik arka planı, solun hala Kemalist aydınlanmacılıkla hesaplaşmamış olmasında yatmaktadır. Türk sol hareketi, aydınlanma ideolojisini, modernizmin ilerlemeci tarih anlayışını ve pozitivist devrimciliği sorgulamak yerine, onu “bilimsel sosyalizm” zannıyla sahiplenmiş; Kürt halkının direnişini ise bu çerçeveye uymadığı için dışlamıştır.
Bu noktada Türkiye solunun en büyük ideolojik krizi, kendi “devrimci” iddialarına rağmen, Kemalizmin kurduğu ulus-devletin temel varsayımlarını sorgulamaması, hatta yeniden üretmesidir. Devletin resmi ideolojisiyle sorunu olmayan bir devrimcilik, özü itibariyle sistem içi bir pozisyondur. Bu anlamda Mahir Çayan’ın ya da Deniz Gezmiş’in Kürt meselesine yönelik sessizliği ya da indirgemeci yaklaşımları, sadece dönemsel bir zaaf değil, yapısal bir körlüktür. Bu körlük, 1971’in ideolojik mirasını taşıdığını iddia eden pek çok bugünkü sol yapı tarafından da sürdürülmektedir.
- Sponsorlarımız-
Kürt ulusal mücadelesinin önünde iki temel görev vardır: İlki, Kemalizmle tüm biçim ve suretleriyle kopmak; ikincisi ise, Kemalizmin gölgesinde yeşermiş olan “devrimci” yapıların ideolojik kuşatmasını dağıtmak. Ancak bu şekilde, Kürtler kendi tarihsel hafızalarını özgürce kurabilir, kendi dilinde düşünmeye ve kendi kaderini tayin etmeye başlayabilir.
Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan etrafında şekillenen 68 ve 71 kuşağı, Türkiye sol tarihinde “devrimci romantizm”in sembolleri olarak anıla gelmiştir. Ancak bu kuşağın ideolojik referansları, tarihsel zemini ve politik tahayyülü, görünürdeki radikal duruşlarının ötesinde, Kemalist paradigmanın gölgesinde şekillenmiştir. Onlar, devletle politik olarak karşı karşıya gelmiş olsalar da, zihinsel dünyaları ve tarihsel referansları bakımından devletin inşa ettiği Kemalist rejimin sınırlarını hiçbir zaman aşamamıştır.
Bu kadroların eğitim gördüğü kurumsal yapı, Kemalizmin “ilerlemeci”, “laik”, “ulusçu” öğretisinin doğrudan taşıyıcısıdır. Sol tahayyüllerini şekillendiren temel nosyonlar, Türk modernleşmesinin epistemik kodlarıyla iç içedir. En belirgin olanı ise “milletin birliği”, “anti-emperyalist ulusal kurtuluş” ve “ilerici-geri ikiliği” gibi Kemalist ideolojinin merkezi kavramlarıdır. Bu kavramlar etrafında şekillenen bir siyasal dilin içinde Kürt halkına, sadece marjinalleştirilmiş değil, aynı zamanda “gelişmesi gereken” bir halk gözüyle bakılmıştır. Kürtler bu bağlamda, ya sınıfsal kurtuluş uğruna “terk-i kimlik” etmesi beklenen bir unsur ya da devrimin başarıya ulaşması için “taşınması gereken yük” olarak görülmüştür.
- Advertisement -
Mahir Çayan’ın teorik metinlerinde veya Deniz Gezmiş’in eylemsel çıkışlarında Kürt meselesine dair herhangi bir yapısal değerlendirme bulunmaması bir eksiklikten ziyade, ideolojik bir yönelimdir. Çünkü Kürt meselesini tarihsel bir ulusal baskı sorunu olarak kabul etmek, doğrudan Kemalist ulus-devlet modelini ve onun kurucu şiddetini sorgulamayı gerektirirdi. Oysa bu kadrolar, Mustafa Kemal’i hâlâ “anti-emperyalist bir lider” olarak yücelten; Cumhuriyet’in kuruluş sürecini “ilerici bir devrim” olarak kodlayan bir anlayışın içerisindeydiler. Buradaki çelişki basit bir tarih bilmezlikten değil, doğrudan ideolojik aidiyetten kaynaklanmaktadır.

Deniz Gezmiş ve arkadaşları 29 Ekim 1969’de Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü düzenlemişti. Yürüyüşün çağrı metni şöyleydi:
“Büyük Türk Milleti!
Atatürk için toplanalım!
Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluş idealini yaşatmak için,
Mustafa Kemal devrimine saldıran karanlık güçlere dur demek için,
Milletçe yabancı uşaklığına düşmekten kurtulmak için,
Tam bağımsız geçekten demokratik Türkiye için,
Gazi Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluşçu saflarında toplanalım!
Yaşasın Türkiye!
Yaşasın yarının bağımsız Türkiyesi için mücadele!“
Yürüyüş, Atatürk’ün ölüm yıl dönümünde 10 Kasım 1968’de Ankara’da sona ermişti.
THKO 1. Davası duruşmalarında, Deniz Gezmiş; “Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz” demiştir. Toplu savunmada bu duruş şöyle ifadelendirilmiştir: “Biz Atatürk’ten Mustafa Kemal diye bahsediyorsak, onu kendimize yakın hissettiğimizden ve onun gibi büyük bir bağımsızlık savaşçısını kendimize silah arkadaşı kabul ettiğimizdendir.” Keza duruşmalarda, “ilga etmekle” suçlandıkları 61 Anayasasının asıl savunucuları olduklarını söylemiş, yürüttükleri mücadeleyi 2. Kurtuluş Savaşı olarak tanımlamışlardır.
Mahir Çayan şöyle söylemektedir: “Kemalizm, ülkemizde asker sivil aydın zümrenin geleceğini yansıtan, anti-emperyalist ve antifeodal bir tavır alıştır. Bu yüzden, Kemalizmin sağı solu olmaz. Kemalizm soldur, Milli Kurtuluşçuluktur, emperyalizme karşı bu zümrenin isyan bayrağıdır. Milli Kurtuluşçu bir tutum yansıtması açısından bizler sapına kadar Atatürkçüyüz. Onun Milli Kurtuluşçuluk bayrağını, hayatımız da dahil, her şeyimizi ortaya koyarak biz dalgalandırıyoruz.”
Mahir Çayan’ın çok kısa ele almış olduğu Kürt ulusal sorunundaki çözüm önerisi de şöyledir:
“Bilindiği gibi, devrimci proletarya, milli meseleyi ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının ışığı altında ele alır. Biz, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ışığı altında diyoruz ki; ‘Her şart altında her zaman meseleyi Misak-ı Milli sınırları içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır,’ diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva veya küçük burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa devrimci proletarya meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani; ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngörüldüğü, ayrılma, özerklik, federasyon vb. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar.”
Mahir Çayan’ın önderliğindeki THKP-C savunması şu sözlerle bitiyordu:
“Seçtiğimiz yol, Gazi Mustafa Kemal’in açtığı yoldur,
Onun başlattığı Anadolu İhtilalinin yoludur.
Parolamız, “Ya istiklal, Ya Ölüm!”
Hedefimiz, “İstiklali Tam Türkiye”dir.
Gazi Mustafa Kemal’in yükselttiği tam bağımsız Türkiye bayrağı biz sosyalistlerin ellerinde dalgalanmaktadır”
1971 devrimci hareketi, bu tarihsel meşrulaştırma mekanizmasını devralmış, çoğaltmış ve yeniden üretmiştir. “Halk savaşı”, “anti-emperyalist mücadele”, “devrimci aydınlanma” gibi kavramlar, Kemalist devlet aklının devrimci bir jargonla yeniden ifadesinden başka bir şey değildir. Bu söylemde Kürt halkı, kendi tarihsel özneliğinden soyutlanmış; bir “Türkiye halkları” retoriği içinde eritilmiş; dolayısıyla ulusal benliği inkâr edilmiştir. Böylece hem Cumhuriyet’in kurucu şiddeti aklanmış, hem de Kürt ulusal talebi yapısal olarak susturulmuştur. Bu inkâr biçimi, çıplak şiddetten daha sofistike, daha içsel ve daha tehlikelidir. Çünkü bu kez inkâr, yoldaşlık maskesiyle, devrimcilik söylemiyle, halkçılık kisvesiyle gerçekleştirilir. Bu türden bir sol yaklaşım, Kürt halkının mücadelesini inkâr etmekle kalmamış uzun bir dönem onun devrimci potansiyelini, kendi ideolojik sınırlarına hapsederek denetim altına almaya çalışmıştır.
Sonraki Yazı: İnkarın Sol Yüzünden Epistemolojik Bir Kopuş Olarak Kürt Düşüncesi
Devam Edecek…