YILMAZ ORUÇ
Kierkagaard açısından varoluş, bireyin kendisini seçme sürecidir. Varoluşu soyut ve anlamsız birtakım kavramlara hapsetmek ve akılcı bir şekilde açıklamaya çalışmak bu süreci yok saymak anlamına gelir (Kierkegaard, 2020: 21). Bu nedenle varoluş kavramı nesnel açıdan ele alınamaz. Varoluş, sonlu insanın öznel tecrübelerini dikkate alır (Türkyılmaz, 2016: 17). Varoluşçuluk, bilimsel doğrular ve soyut kavramlardan ziyade insanın hakikatini önceler. Yine varoluşçuluk, pozitif bilimlerin aksine nesne yerine özneyi başlangıç kabul eder. Var olmak adına tercihlerimiz önemli olsa da tek başına tercihlerimiz yeterli değildir. Tercih ettiği tip ya da evrede takılıp kalan bir var olan, kendi varoluşunu yitirir. Var olmak adına daha evvel yaptığımız tercihlerimizden sıyrılıp bir sonraki evrede ne olmak istiyorsak bu isteğimize uygun yeni tercihleri seçmemiz gerekir. Kendi varoluşumuza bir sınır çizmememiz gerekir. Çünkü varoluşun kendisi bir süreçtir, kendiliğimizin ötesine geçmektir. İnsan yalnızca özgür seçimleriyle daha üst bir varoluş alanına ilerleyerek varlığını sürdürebilir (Folquie, 1998: 39-46). Tekil insanın öznelliğini önemseyen Kierkegaard için insan yaşadıkça ve seçim yaptıkça kendi varoluşuna anlam katabilmektedir.
Varoluşçu düşünürler, klasik felsefenin, insanı içinde yaşadığı evrenin bir parçası olarak görmesine karşı çıkar. İnsan, evrenin küçük bir parçasından çok, başlı başına bir öznedir. İnsan sadece akılla kavranabilir bir varlık da değildir. İnsan duygularıyla birlikte var olan eşsiz bir varlıktır. İnsanın özüne, duygularına yönelmek, varoluşçu felsefeyi klasik felsefeden ayıran en önemli özelliktir (Manav ve Gürdal, 2013: 61-62). Klasik felsefe, bireyin duygularını ve yaşadığı çatışmaları çözmede yetersiz kalır. Çünkü insan salt akılsal olarak ele alınır. İnsani duyguların yok sayılması, dikkate alınmaması bireysel varoluşun canlılığını yok saymak anlamına gelir. Kierkegaard açısından insanın iç dünyası, klasik felsefenin açıklamalarına karşı direnç gösteren bir yapıya sahiptir (Kierkegaard, 2020: 21). İnsanın iç dünyası durağan olmaktan ziyade sürekli değişen bir yapı içerir. Bu anlamda insanı sadece akılsal bir varlık olarak ele almak doğru bir yaklaşım olmayacaktır. İnsan akıl sahibi bir varlık olmanın yanında duygu ve tutkuları da olan bir varlıktır.
Kierkegaard’ın düşünceleri esasen Hegel karşıtlığını sergiler. Hegel bütün dünyayı mantık çerçevesinde açıklama yoluna gider. Mantığın kategorileri, Tin’in tarihte kendini açmasından başka bir şeye hizmet etmez. Oysa Kierkegaard nezdinde böylesi bir yaklaşım anlamsızdır. Çünkü bu durum
- Sponsorlarımız -
İnsanı pasifize eder. Oysa insan evren içerisinde aktif bir haldedir (MacIntyre, 2001: 17-18). Hegel’e göre insan, Tin’in kendini açma sürecindeki basamaklardan biridir. İnsanı yok sayan böylesi bir süreç ise Kierkegaard açısından anlamsızdır (Solomon, 2020; 128). Hegel kendi sisteminde tekil insanı tamamen görmezden gelir (Kierkegaard, 1992a: 203). Bu noktada Kierkegaard sadece Hegel’i eleştirmekle kalmaz kavramsal düşünceyi önceleyen, kavramsal hakikatleri kabul eden tüm felsefi anlayışları reddeder. Kierkegaard’a göre Platon’dan bu yana hakikatin evrensel olduğunu düşünen tüm düşünürler hakikati rasyonel bir karakterde sunma yoluna gitmişlerdir. Böylesi bir evrensel hakikat kabulü ise tekil insanın öznelliğini bir kenara koymuştur (Solomon, 2020; 129). Hegel, varoluşun bir bütün içerisinde akılla kavranabileceğini düşünür. Böylesi bir anlayış varoluşun kendine özgü niteliğini göz ardı etmek, varoluşu kısıtlı olarak ele almak ve tekil bireyi yok saymak anlamına gelir. Bu yüzden Hegel’in akılcı, objektif sistemi varoluşu anlamsız hale getirmektedir (Kierkegaard, 2020: 9). Kierkegaard, varoluş ve sistem kavramlarının birbiriyle çeliştiğini düşünür. Çünkü sistem esas itibariyle sonluluğu içerir. Oysa varoluş dinamik bir yapıya sahiptir. Varoluş kavramını Hegel’in yaptığı gibi salt akılsal olarak ele almak varoluşu yok saymak anlamına gelir (Manav ve Gürdal, 2013: 64). Bu nedenle Kierkegaard, Hegel’in nesnel ve akılcı sistemine karşı durur. Nesnel ve akılcı sistemin yerine insanın duygularını koyarak insan varoluşunun ancak duygulara bakarak anlaşılabileceğini düşünür. Bununla birlikte Kierkegaard, Hegel’in bütüncül sisteminin karşısında da yer alır. Çünkü bir bütünün parçası olmak insanın kişiliğini yok saymak anlamına gelir. Bu yüzden Kierkegaard, Hegel’in nesnel felsefesinin tam karşısına öznel felsefeyi yerleştirir. Öznel felsefe, nesnel felsefenin aksine bütünü değil tekil olarak insan varlığını dikkate alır. İnsan varlığı dinamik bir yapıdadır ve bu durum süreklilik arz eder. Dinamik bir yapıya sahip olan insan varoluşu dünyayla ilişkisini duygularıyla kurar (Weahl, 1999: 11-13). Kierkegaard’ın Hegel’den farklılaştığı husus Tin’in tam karşısına tekil insanı koymasıdır. Hegel’in sisteminde dünyadaki -tekil insan dahil- her şey nesnel ve rasyonel bir şekilde Tin’in kendini açmasına hizmet ederken Kierkegaard’ta dünyadaki her şey tekil insanın öznelliğine göre şekillenmektedir (Solomon, 2020; 169-171). Kierkegaard, Hegel’in bütüncül felsefesine karşın insanın bireyselliğini önemser ve insanın içselliğine, duygularına vurgu yapar. Bu anlamda insan Kierkegaard için çok önemli bir konumda yer alır.
Kierkegaard’a göre her bireysel varoluş biriciktir, özneldir. Bundan dolayı Kierkegaard açısından üç farklı öznellik türü bulunur. Bu türler varoluş evreleri olarak da adlandırılır (Kierkegaard, 2020: 29). Kierkegaard’ın varoluşu evrelere ayırmasının nedeni bireysel varoluşun somutluğudur (Manav ve Gürdal, 2013: 69). Kierkegaard Ya/Ya da isimli eserinde bu varoluş evrelerinin nasıl şekillendiğini detaylı bir şekilde anlatır (Cauly, 2006: 102). Varoluş evrelerinin her birini, bireyin kendiliğe ulaşma çabasındaki potansiyelin, ihtimallerin nasıl gerçekleştiğini gösterme çabası olarak değerlendirebiliriz (Taşdelen, 2004: 145-153). Çünkü Kierkegaard’a göre varoluş süreç içerisinde ortaya çıkan bir şeydir ve bu süreç değişik aşamalardan geçer. Varoluş evrelerinin her biri bireyin hayatında geçtiği aşamalara gönderme yapar. Her bir evre asında bir diyalektik vardır. Burada adı geçen diyalektik Hegel’in sistemindeki zorunlu ilkeyi çağrıştırmaz. Kierkegaard’ın varoluş sürecinde bireyin bir evreden başka bir evreye geçmesi zorunluluk içermez. Yanı sıra, daha alt evreler üstteki herhangi bir evreye geçiş için aracılık görevi de üstlenmez. Kierkegaard’ın ortaya koyduğu varoluş evreleri arasında bir uçurum vardır ve evreler arası geçiş mutlak seçim ve sıçramayla mümkün olur (Türkyılmaz, 2016: 22). Kierkegaard’ın ortaya koyduğu evreler kendi içerisinde değerlendirilir ve hiçbir evre diğerine göre daha değerli ya da rasyonel olarak sunulmaz. Her bir evre kendine has birtakım akıl ve duygu durumlarını içerir.
Kierkegaard’ın yapmaya çalıştığı şey hayatımızda var olan yaşam biçimlerini ortaya koymaktır. Bu yaşam biçimlerine yapacağı dolaysız bir eleştiri, açıklama insanlar tarafından pek hoş karşılanmayacaktır. Çünkü insanoğlu yaşadığı, tecrübe ettiği yaşam biçimlerinin, inandıkları doğruların doğrudan eleştirilmesine doğal olarak ya tepki verecektir ya inkâr edecektir ya da görmezden gelecektir. Bu yüzden Kierkegaard varoluş evrelerini dolaylı bir şekilde açıklamıştır (Kierkegaard, 2020, 24). Kierkegaard’a göre estetik varoluş evresi, etik varoluş evresi ve dinî varoluş evresi olmak üzere üç tür yaşam biçimi vardır (Kierkegaard, 1945: 430). Varoluş evrelerinin her birini ortaya çıkaran temel unsur ise insanın sahip olduğu farklı tutku türleridir (Taşdelen, 2010: 134). Farklı tutku türleri insanın farklı seçimler yapmasını sağlar. Yapılan her seçim de insanın farklı yaşam biçimlerini bize gösterir.