M. NESİM DORU
Daha önce İbn Arabî tarafından dile getirilen aşkın bir sır olduğu hususu (İbn Arabî, 2006: 30). Mevlânâ ve Melâ tarafından da paylaşılır. Mevlânâ’ya göre aşk, yüce bir ışık olup onu tarif edecek kendisinden daha yüce bir şey yoktur. O, bir sırdır ve tanımlanamaz. Aşkın tanımının yapılamamasının en önemli sebebi aşkın doğasından kaynaklanmaktadır. Çünkü aşk da nefret, kızgınlık, ürperti, tiksinti gibi tecrübenin verilerindendir. Tecrübenin doğrudan verileri ise tanımlanamaz (Öner, 2009: 51-53). Buna göre aşk, sübjektiftir; onu ancak yaşayan bilir. Hatta yaşayan da tanımlayamaz, fakat yaşadığını bilip onu inkâr edemez. Aşkın tanımlanamamasının bir diğer sebebi de dilin yetersizliği ve aklın sınırlılığıdır (Emiroğlu, 2008: 37). Mevlânâ’nın bu konuya dair ifadelerinden bazıları şöyledir:
Aşk bir ışıktır ki yüceltilmiş, bir sırdır.
Aşk, cihanda öteden beri kapalı kalmış bir sırdır. Kapalı sırları
- Sponsorlarımız -
açıklamak, işte ancak boş söz budur.
Aşk, ucu bucağı bulunmaz derin ve ulu bir denizdir.
Başlangıcı bulunmayan sırlarla dolu bir deryadır O.
Ne söylediysen ne duyduysan hepsi kabuktur, aşkın içi, özü açılacak bir sır değildir
(Mevlânâ, 1957: 1/b.1577, 4/b.1254; Mevlana, 2005: 315 ve 987).
- Sponsorlarımız-
Aşkın tanımının yapılamaması onun hakkında konuşulamayacağı anlamına gelmez. Mevlânâ gerek Divan-ı Kebîr’de, gerek Mesnevî, Fîhi mâ Fîh, Mecâlis-i Seb‘a ve Rubaîler’de olsun hep aşk hakkında konuşmuştur. Aşkı daha iyi anlatabilmek için semboller, hikâyeler, örnekler ve metaforlar kullanmıştır. Zira Mevlânâ’ya göre aşk bir sırdır ama aynı zamanda sırları çözen bir anahtardır da. Başka bir ifadeyle aşk, varlığı anlamlandıran ve kendisi vasıtasıyla anlam dünyası keşfedilen bir ‘hazine’dir. O bunu şu şekilde ifade eder:
Aşk, Allah’ın sırlarının usturlabıdır.
Aşk, kimya yapan, bakırı altın eden bir kimya; hatta toprağı bile anlamlar definesi haline getiriyor.
- Advertisement -
Aşk ruhumun nurudur, sevgi sabah şarabımdır benim; aşk öyle ümittir ki bütün ümitler onda toplanır.
Aşk nedir bilir misin?
Ben’i biz’i varlık davasını bırakmaktır
Güzellikleri, güzelleri yaratanda her dileği, her isteği yok etmektir.
(Mevlânâ, 2007: 1/b.110; Mevlana, 1957: 1/b.3419–20 ve 4/b.1649).
Bu ifadelere göre aşk, tanımlanan değil tanımlayan olmaktadır. Başka bir ifade ile kendisine burhan getirilen değil bizzat kendisi burhan olandır. Peki, biz bunu nerden bileceğiz? Yani aşkın tanımlanmadan tanımlayabilmesi nasıl mümkün olacaktır? Mevlânâ’ya göre bu, ancak yaşanarak bilinecek bir durumdur. Yaşantı olmadan aşk ile ilgili söz konusu edilen tüm tanımlar, bir spekülasyondan ibarettir. Dolayısıyla aşkı yine aşk açıklayabilir. Aşk gibi yüce bir varlığın tanımı ve kanıtı yine kendisidir. Bir önerme ile ifade edecek olursak; Mevlânâ’ya göre “aşk, aşktır”. O, bu gerçeği şu şekilde ifade etmiştir:
Aşk için ne anlatıp açıklasam, aşka gelince bunlardan mahcup olurum. Dilin anlatışı aydınlatıcı olsa da dilsiz/anlatılmayan aşk daha açıktır. Kalem yazı yazmakta koşarken; aşka gelince yarılır. Akıl, aşkı açıklamada eşek gibi çamura batar. Aşk ve âşıklığın açıklamasını yine aşk söyler. Güneşin delili, güneştir. Sana delil lazımsa ondan yüz çevirme (Mevlânâ, 2007: 1/112–116). Aşkı bana da sorma, başkasına da sorma, aşka sor, aşk dile gelir söylerse adeta inciler saçar a oğul. Aşkın benim tercümanlığıma da ihtiyacı yok, benim gibi yüzlercesinin tercümanlığına da, gerçekleri söylerken onun yüzlerce tercümanı var a oğul (Mevlânâ, 1957: 3/b.4214–4215).
Melâ’ya baktığımızda ise o aşkı, tanımı yapılamayan yüce bir sır olarak görmüştür. Melâ’ya göre aşk, ilahi bir sırdır. Bu sırrın ancak fenomenleri ve etkileri üzerinden bir tasvir yapılabilir. Çünkü ona göre aşk ezeli bir varlıktır ve bir muammadır:
Aşkın ve sevginin vasıfları ve ol prensesin güzelliği
Anlatmaya sığmaz övgüsü, beşer nakşı değil çünkü.
(Cizîrî, 2009: 147)
Melâ’nın düşüncesinde aşk, akılla kavranabilen ve çözülebilen bir sır değildir. Mevlânâ’nın felsefesinde olduğu gibi Melâ’nın da düşüncesine göre akıl, sınırlı olduğu için, aşk sırrının kilidini açamaz. Melâ bunun ‘marifet’ adını verilen ‘özel’ bir bilgi türü ile gerçekleşebileceğini düşünür. Marifet, sûfînin kalp gözü ile elde ettiği bilgilerdir. Ona göre bu bilgi, aşk ile elde edilebilir:
Dil döküp durma Mela marifet vadisinde kal u kil ile
Çünkü marifet cevherine ulaşmamıştır kimse akıl ile
(Cizîrî, 2009: 281)
Melâ’nın felsefesinde zahirî ilimler ile aşk sırrı çözülemez. Çünkü zahirî ilimler, eşyanın sadece görünür kısmı ile ilgili bilgiler sunabilir. Melâ, aşk gibi yüce bir hakikatin sırrının çözülmesi işinin zahirî ulemanın işi olmadığını bunu ancak gönül ilimlerini bilen ve yaşayan ariflerin işi olduğunu her fırsatta ortaya koymuştur. Bunlardan biri de şu meşhur beyittir:
Mela’ya sor aşkın sırlarını ki, halletsin sana
Çözemez yoksa bu muammayı yüz molla ile yüz müstaid
(Cizîrî, 2009: 285)
Melâ’ya göre marifet ilimlerini elde etmek için temiz bir fıtrat gerekir. Bunun için de insan, ruhunu kir ve günahlardan arındırmalı ve onu yaratıldığı ilk biçime yaklaştırmalıdır. Bu durumda bilgiler o kalbe zuhur edecek ve marifet bilgisi elde edilmiş olacaktır. Melâ bu düşüncesini şu beyitte ifade etmiştir:
Tertemiz bir fıtrat, dengeli bir güç gerektir kuşkusuz
Sapmalar, eğrilikler, perişanlıklar yok yanlışlıkla
(Cizîrî, 2009: 91).
Özetle; hem Mevlânâ hem de Melâ aşkın ilahi bir sır olduğunu ve bu sırrın yine aşkla çözülebileceğini düşünmüşlerdir. Eserlerinde aşkı, tanımı imkânsız bir varlık olarak gören mutasavvıflarımız aşk ile ilgili sembollere, metaforlara, örneklere ve hikâyelere sık sık başvurmuşlardır. Onların bu düşünceleri, tasavvuf felsefesinin aşk yorumu ile bir bütünlük içindedir.