Orta Doğu bugün dini yönden ezici bir İslami üstünlüğe sahiptir. Bununla birlikte başta Hristiyanlık ve Musevilik olmak üzere diğer dinler de yaşamaktadır. Bundan dolayı bu ezici İslami üstünlüğe rağmen dünyanın en büyük enerji deposu ve bütün dünyanın baktığı bir nokta olmuştur. Bu üç büyük dinin, mezhepler ve aile grupları şeklinde yayıldıklarıgörülmektedir. Müslümanlar arasında Ehl-i Sünnet çoğunluk teşkil etmesine rağmen, İran’da çoğunluğu olmak üzere Lübnan ve Basra bölgesinde Şiilik, Umman ve Kuzey Afrika’da Haricilik, Arabistan’da Vahhabilik, Anadolu ve Suriye’de Alevilik, İran ve diğer bazı ülkelerde Bahailik, Ürdün ve Lübnan’da Dürzilik ile Irak ve çevresinde Yezidilik gibi mezhep ya da topluluklar bulunmaktadır. Orta Doğu’daki İslami tabloyu tamamlayabilmek için tasavvufi hareketten de bahsetmek gerekiyor. İslam aleminin aşağı yukarı tamamında birçok tarikatlar yayılmıştır. Sudan ve Kuzey Afrika’da son asra kadar bu bölgenin siyasi tarih ve bağımsızlık hareketlerinde tarikatların önemli tesiri olmuştur.
Türklerin gerek İslamiyet’i kabul etmelerinde ve gerekse Orta Doğu’ya göç etmelerinde tarikatlar birinci derecede oynamışlardır. Dolayısı ile Türklerin yaşadığı coğrafya adeta “tasavvufi bir coğrafyadır”. Şunu söyleyebiliriz: Vahhabilik, Haricilik, Karmatilik, gibi radikal hareketlerin olmadığı coğrafyalarda yani ılımlı coğrafyalarda tasavvuf da yayılmıştır. Burada diğer önemli bir husus, Orta Doğu’daki radikal hareketlerin siyasi şiddet ve katılığa dayanmış olmasıdır. Bugün Orta Doğu’daki siyasi şiddetin temelleri 8. asırdaki Harici ve Şii zihniyeti ile 18. asırdaki Vahhabiliğedayanırken tasavvuf hareketleri açısından bakıldığı zaman bile, Anadolu ve Türkistan’dan daha katı bir tarikat geleneği dikkat çekmektedir. İslam mezhepleri açısından baktığımızda dahi ılımlı ve liberal olan Hanefiliğe rağmen daha katı bir anlayış sergileyen Hanbeli, Maliki ve Şafi gibi mezhepler oldukça yaygındır. Osmanlı hakimiyeti ile birlikte özellikle Suriye gibi bazı bölgelerde Hanefilik mezhebi diğerlerine rağmen daha fazla kabul görmüş ve Şafi, Hanbeli ve Malikilerin sayılarında azalma görülmüştür.
Hıristiyanlar da birçok mezhepten meydana gelmektedirler. Bu mezheplerin gittikçe sayıları azalan bir kısmı Doğu kiliseleri dediğimiz Kıpti, Süryani, Nasturi ve Maruni gibi mezhepler olup özellikle Mısır, Lübnan, Suriye ve Irak gibi ülkelerde dağınık olarak yaşamaktadırlar. Aynı coğrafyada Ortodoks mezhebi diğerleri üzerinde baskı ile yayılmıştır. Orta Doğu’daki bu inançlar İslam’ın yayıldığı dönemde hakim olmasına rağmen İslamiyet hızla yayılınca bunlar aynı toprakların azınlıkları durumuna gelmişlerdir. Filistin, Lübnan başta olmak üzere Mısır ve Bağdat gibi bazı şehirlerde Musevilik ve onun bir kolu olan Samirilik yaşanmaktadır.
İslamiyet’in Orta Doğu’da yayılmasından bugüne kadar geçen zaman içerisinde, Kuzey Afrika da dahil olmak üzere nasıl din bakımından İslam ezici üstünlüğe kavuşmuşsa, dil bakımında da Arapça aynı üstünlüğe kavuşmuştur. Arkasından Türkçe ve Farsça en çok konuşulan dillerin başında gelmektedir. Bu üç büyük dilin dışındakiler ise ancak mahalli olarak varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Arami ve Kıpti gibi eski kültürlerin kalıntıları olanlar, gittikçe azalmakla beraber, gayr-i Müslimlerarasında daha çok bir ayin dili olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Berberi dili ise yazılı geleneği olmadığı için devamlılıktan ve istikrardan mahrumdur. Yahudi azınlıkların din ve kültür dili olarak bugüne kadar gelen İbrani dili ise büyük bir yazılı geleneğe sahip olması Musevi dininin dili olması hasebiyle İsrail Devletinin kurulmasıyla birlikte milli bir dil şeklini almıştır. Ayrıca Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerde yaşayan Kürtlerin konuştuğu Kürtçeyi sayabiliriz. Kısaca İran’ın batısından Atlantik’e kadar olan geniş coğrafya içerisinde Irak ve Suriye’de konuşulan Arami, Mısır’daki Kıpti, Süryani ve Nesturi gibi diller sadece ayin dili olarak kalabildiler.
- Sponsorlarımız -
Orta Doğu bugünkü siyasi yapıya I. Dünya savaşı sonundaki düzenlemelerle kavuştu. Bu siyasi yapılanma iki ana gruba ayrılmaktadır: Bunlardan birinci S. Arabistan, Umman, Katar, Ürdün, BAE, Bahreyn, ve Kuveyt gibi ülkelerdir. İkinciler ise Mısır, Irak, Yemen ve Suriye gibi tek partiye dayalı otoriter sistemlerdir. Üstteki bu iki siyasi yapılanmanın her ikisi de aynı siyasi tabana sahip olduğu için tarih, dil, din, kültür ve coğrafya gibi bir devletin varlık sebebi olan unsurların farklılığı söz konusu değildir. Onun içindir ki, Orta Doğu’daki siyasi sınırların bir karşılığı yoktur.
Orta Doğu’daki bu siyasi sistemlerin genel karakteri açık bir şekilde yönetim kadrosu ile yönetilen halklar arasındaki derin uçurumun varlığına işaret etmektedir. Sömürge veya manda dönemlerinde yabancı siyasi seçkinlerce yönetilen toplumlar, onların ülkelerine dönmelerinden sonra sömürgecilerle işbirliği halinde olan, Batılı bir eğitimden geçirilmiş ama halkına yabancı seçkinler tarafından yönetilmektedirler. Yeni devletin politik seçkinlerinin aile tabanlı olması monarşi yönetimlerine, grup tabanlı olması askeri yönetimlere yol açmıştır. Bazı ülkelerde ise karizma veya ideoloji yoluyla gücü ele geçiren bireylere rastlanmaktadır. Diğer taraftan siyasi katılımın son derece sınırlı olmasından dolayı politik katılım yerini politik şiddete bırakmaktadır. Aslında Orta Doğu’da siyasi kültür açısından halk geleneksel İslam siyasi kültürü temsil ederken yönetici kadroyu totaliter, ırkçı ve laikçi temele dayanan bir düşünce temsil etmektedir. Afganistan ve İran devriminden sonra radikal dini hareketlerin tarihteki Selefi, Harici benzeri kodlara dayalı olarak taban bulması bu hayal kırıklığının bir sonucudur. Orta Doğu ülkelerinin siyasi istikrarsızlıklarının temelinde bu unsur yatmaktadır. Arap devletleri içerisinde monarşilerin tek parti ideolojileri ile idare eden ülkelere göre daha huzurlu olmasının sebebi budur. Çünkü monarşilerin siyasi kültür açısından tabana daha yakın olan bir İslami hassasiyetleri vardır.
Şu da bir gerçektir ki, her ne kadar Arap Orta Doğusunda dil, inanç ve etnik yapı aynı ise de bazı bölgelerde tarihi çok eskilere dayanan farklılıklar görülebilmektedir. Bu bölgeler Mısır, Suriye, Irak ve Yemen gibi Arap coğrafyasının ağırlık merkezi olan bölgelerdir. Bu bölgeler İslamiyet öncesi dönemlerde Arap dünyasının dış dünyaya açık kapılarıdırlar Irak’ın Mezopotamya ve İran ile Suriye’nin Roma, Bizans ve Avrupa ile aynı şekilde Mısır’ın Akdeniz havzası ile kapı komşu olmasının yanında Yemen de Pers, Habeş ve daha sonraları Avrupa ile temas noktasında olmasının göz ardı edilmemesi lazımdır. Bu farklılık İslami dönemde bile farklı bir kisve ile devam edebilmiştir.
Dört Halife Devri’nin hemen arkasında Hilafet için başlayan mücadelenin Suriye, Irak ve Hicaz merkezli bir rekabete dönüşmesi bu arka plan ile ilgilidir. Onun için Arap dünyası öyle zannedildiği gibi tamamen monolitik olmaktan uzaktır. Ama bugünkü gibi tamamen suni olarak bölünmenin de bünyeye uymadığı ortadadır. Sonuç olarak Modern Orta Doğu’nun oluşumunu izah ederken Arap Milliyetçiliği ve eyleminin dayandığı sosyolojik zemini iyi bilmemiz gerekmektedir. Zira tarihi süreci doğru öğrenmemiz başka türlü mümkün değildir.