ALİHAN DEMİR
İnsanı oluşturan toplumsal ve bireysel katmanlar onun daha donanımlı olmasını amaçlar. Bu donanımın içinde tarihsel birikime sahip olması, kendi kendine yetebilmesi, sorgulama ve gerektiğinde ret edebilme cesareti, toplumun yerleşik değerlerini benimsemesi ve bu değer kültürü içinde olumlu beceriler sunabilmesi. Elbette bu istendik davranış ve becerilerin listesi uzadıkça uzar. Örneğin birey yetiştirilirken aynı zamanda icat yapabilmesi veya sanatsal eserler üretebilecek bir bilinç ve ruhsal derinliği yakalanması da istenir. Bunlarla donanan her birey adeta Nietzsche’nin üst insanını tanımlayabilecek kadar sanatçı, kibar, ekolojist, hümanist ve modern olacaktır. Peki, bu istenen seviyenin neresindeyiz?
Tarihsel süreçler bizlere göstermiştir ki bireyin gelişimi tek başına ele alınamaz ve birey içinde yaşadığı çevrenin ürününe dönüşmektedir. ‘’Coğrafya kaderdir.’’ Sözünü söyleyen İbni Haldun, bireyin tüm yaşamını içinde yaşadığı topluma indirgemiştir. Sosyolojik bir örnekle derinlere inelim. Yani Urfa’da yoksul bir ailede doğan bir Kürt köylüsü düşünelim. O köylü doğduğunda bizler onun yaşamını aşağı yukarı tahmin edebilir. Mardin’de doğan ve anadili Türkçe olmayan birisinin fizikle ilgileneceği, yeni keşifler yapacağı hatta Nobel ödülü alacak kadar büyük birisinin olacağını düşünemeyiz. Durun bir dakika bunu düşünemeyiz dedik ama Aziz Sancar bu klişemizi bozuyor. Putları yıkan İbrahim’in, dünyanın en kurak topraklarını en verimli arazılere çeviren Sümerlerin ve daha yüzerce olamaz denilenlerin olabildiğini gösteren örnekler bizlere şu gerçeği göstermektedir. Çoğrafya kader de değildir keder de değildir. Öyle olsaydı buz tutmuş ve patates dışında bir yetiştirilemeyen İskandinav ülkelerinin halen mızrakla derelerde balık avlaması gerekirdi. Öyle olsaydı dünyanın en bereketli ormanlarında en verimli arazilerde yaşayan Güney Amerikalıların dünyaya hükmetmesi gerekirdi. Böyle mi peki, hayır değil. Gelişmişlik, konumdan ziyade bireyin perspektifiyle alakalıdır çünkü.
- Sponsorlarımız -
Toplum; kendini inşa ederken yasalardan, klişelerden, yalanlardan, gözlemlerden, tecrübelerden ve genellemelerden yararlanır. Bu alışkanlıkların içine daha sonra art niyetten tutun da hurafelere kadar birçok bilimsel hatta insani olmayan saçmalık girer. Ortadoğu karakteri; işte tam da bu cehaletle, hurafelerle süslenmiş, ağalık ve aşiret gibi bireyi yok sayan sistemlerin örgütlenmesiyle iyice ezilmiş bir bireye dönüşmektedir. Doğduğumuzda bizim kaderimizi yazanların kendilerine köle yaratması bu kadar kolaydır. Bu, öylesine açıkça yapılan bir saldırıdır ki toplum gerçeklere ulaşınca ilk taşı da bu sırça köşklü sisteme atıyor. Lafı uzatmayalım ve meseleyi toparlayalım. Mesele nedir? Mesele yaklaşık beş bin yıldır Ortadoğu’ da üretilen kaderin ve kederin artık bu yüzyılda deşifre olduğu gerçeğidir. Kölelik, her ne kadar fiziki anlamda olmasa da ruhsal anlamda ve ekonomik değerlerle gizlenmiş ilkel bir sistem olarak devam etmektedir.
Bu kölelik, yaşadığımız çağda yavaş yavaş deşifre edilip anlaşılsa da halen yeterince fark edilmemiştir. Çünkü kölelik sistemini inşa eden hüküm sahibi, deşifre oldukça emek ve beden sömürüsünü daha yasal kılıfa sokmakta ve ince damarlarda dolaşan kan gibi daha derinlere inerek kendini kamufle etmeyi de başarabilmektedir. Çağdaş bir kölelik yaratılmaktadır. Bu kölelik, eskiden zincirlerle şimdi ise mesailerle veya kameralarla kontrol edilmektedir. Birey, bilinçlendikçe üstündeki ölü toprağı atmakta ama bu sefer kandırılacağı daha gizli bir ağa yakalanmaktadır. Bu ağı fark etse bile bazen kendini bu ağdan kurtarması bile imkansız hale gelebiliyor. Daha basit bir dille açıklayayım: Ortadoğu’da birey, kölelik sistemi içinde katman katman tutulmakta ve bedeninden tutun da beynine kadar katmer katmer gelenekleşmiş bir baskı kültürü altında yaşamaktadır. Kendi tercihleri, renkleri, zevkleri, fantazileri, umutları, projeleri, tarzları, politik eğilimleri, sanatsal teorileri vb. yoktur. Otokontrol sistemleri yoktur. Bir yerden sonra bu durum, temel insani değerlerin bile yok olmasına neden olmaktadır.
Köle bir ruhun beyninde neler gelişir? Acımasızlık, nezaketsizlik, kabalık, öfkenin kontrolsüzlüğü, bireysel silahlanma, kan davaları, iftira, hırsızlık, ensest, tecavüz, toprak paylaşımsızlığı, doğanın güzelliğine kör olma, sözün yüceliğine sağır olma, şiddete lal olma, şark kurnazlığı olarak bilinen köylü kurnazlığına başvurma vb. İnsana ait değerlerin nasıl yok olduğunu her gün medyadan görüyor duyuyoruz. Böyle bir toplum ancak büyük projelerle oluşturulabilir. Ortadoğu karakteri bu anlamda şekillenirken bazı basit ilkeler edinmeye başlar. Kendisini kurtarmaya gelen çağdaş felsefeyi veya sorgulamayı dinden sapma olarak kabul eder. Politik örgütlenmeyi kavrayamaz, kültür ve sanat akımlarına karşı ilgisiz davranır, bilimi referans olarak kabul etmez, evrensel değerlere değil inançlarına bağlı kalmayı tercih eder. Bu inançların kim tarafından kendisine ne amaçla empoze edildiğini bilmeden savunur. Bilmeden konuşur, tanımadan ya sever ya da nefret eder. Bunun gibi çelişkilerle ilerler ve karnını doyurmayı en önemli mesele olarak görür. Burada ağa, aşiret, hüküm vericiler, mülki amir, iktidar veya devlet fark etmeksizin onu yönlendirenlerin güdümüne girmeye meyillidir. Emreden kadar ezenle kurulan bu bağ, doğanın kanununa aykırıdır. ‘’Stockholm Sendromu’’ her ne kadar Avrupa menşeli olsa da Ortadoğu kökenlidir. Bunun tarihsel kökleri de mevcuttur. İlk tanrı kralların bu topraklarda görülmesi tesadüf değildir.
Akad Kralı Sargon’un kendini tanrı kral ilan etmesi ve binlerce yıl sürecek yöneticilere tanrısal özellikler yükleme geleneği de tesadüf değildir. Çünkü burada birey, güçlüden yana olarak ayakta kalmaya çalışır. Çoğu zaman hakim gücün çıkarı için tanımadığı herkese dost veya düşman olmaya da hazırdır. 1988’den bir örnek verelim: Saddam’ın kendi diktatörlüğüne azalan desteği geri toplamak için ve Şiileri daha rahat kanalize etmek niçin Halepçe’ye bomba atarak Kürtleri yok etmesi gibi örnekler, her gün birçok bölgede yaşanmaktadır. Bunların bazıları kanlı biter, bazıları medya üzerinden devam eder, bazıları linç kültürü üzerinden bazıları da din üzerinden organize edilir. Ortadoğu karakteri, bu anlamda bunlara meyillidir. Bu meyletme son zamanlarda azaldığında kimlikler üzerinden bir gelişim göstermiş ve lokal bazı sıçramalar yaşansa da topyekûn ilerleme olmamıştır. Lokal bazlı kültür sanat aktiviteleri, yerel yöneticiler üzerine kurulan demokrasi mücadelesi, çevre ve hukuk anlamında yaratılan hassasiyet bir nebze Ortadoğu’ yu yaşanılır kılmıştır.
Bu lokasyonda özellikle Diyarbakır, Urfa, Mardin, Şırnak Batman, Hakkari şeridi tüm Ortadoğu’da en gelişmiş bölgeler olarak adlandırılabilir. Üniversite mezun oranı, kadın derneklerinin sayısı, demokrasi ve emek platformlarının varlığı, kültür sanat ve yayınevleri merkezli kültür kurumlarının işleyişleri ve pratikleri, doğaya karşı duyarlılığın artması, doğum oranının azalması gibi gelişmeler bireyin kendini inşa etme aşamalarında diğer bölgelere göre daha iyi durumda olduğunu ortaya koymaktadır. Mesela Erzurum, Kars, Bağdat, Tebriz, Şam, Halep ve Tahran gibi önemli merkezlere göre daha seküler ve daha laik bir ortamın oluşması bunun kanıtıdır.
- Sponsorlarımız-
‘’Kibar Feyzo’’ filminde ağa rolündeki Şener Şen’in köylülere hitaben söylediği ‘’ Ula şurada 141 142 başsınız. Hepinizi ben besliyorum’’ diyerek önemsemediği köylüler, filmin final sahnesinde silahı eline alınca ağayı öldürmektedir. Silah gücü temsil etmektedir ve güç kendisine geçtiği gibi ölümü sıradanlaştırmaktadır. ‘’Züğürt Ağa’’ filminde de benzer sahneler vardır ve ağanın güçten düşmesiyle birlikte ağaya ilk tekmeyi vuran köylüler, köyün erzak deposunu yağmalar. Bu örnekler de göstermektedir ki bireyin güçle ilişkisini ve çelişkisi çıkar yani ekmek odaklıdır. Ağa güçlüyken onun etrafında dönüp onu yüceltenler daha sonradan ağayı ya soymakta ya da öldürmektedir. Şükrü Erbaş’ın ‘’Köylüleri Neden Öldürmeliyiz? şiirinde de dile getirdiği bu ilkel mantığın elbette köylülükle ilgisi yoktur. Bir imge olarak kullanılan köylülük, burada her anlamda bahsettiğimim ilkellik için seçilen bir imgedir. Ne diyordu şair:
‘’Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
Düşünemezler…
- Advertisement -
Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
Topraklarını büyütmeye çalışırlar.’’
Sözün özü; çağdaşlık, her ne kadar istenen bir hedef olsa da görünen ve görünmeyen zincirlerle bağlanan birey, öncellikle Ortadoğu’da daha çok baskı altında olduğundan kendi özgürlük savaşında yenilmiştir. Birey olamamıştır ve bu yüzden oluşturduğu toplum da çökmeye hazır haldedir. Bireyselleşmeden toplumsallaşma büyük yıkımları da beraberinde getirdiği Nazi Almanyası’ ndan bilinmektedir. Bireyin, benliğini inşa ederken her türlü hükümranların çıkarlarından uzak durması gerekmektedir. Bireyi inşa ediciler, bu anlamda bireyi asla bir olarak görmemekte ve gelecekteki hedefleri için ileri sürülebilecek bir piyon olarak görmektedir. Nerede nasıl kullanılacağı şartlara göre değişen bu piyon, her an her şey yapmaya ve yapılmaya müsaittir. Cephede ölmeye ödürmeye meraklı bir asker de olur, sivillerin arasına giren bir canlı bomba da olur, işaret edilen partiye toplu oy veren seçmen de olur, kraldan çok kralcı da olur, patronu için mesai üstüne mesai yapan asgari ücretli eleman olur, katiline aşık saf olur, kasabın bıçağını yalayan dalkavuk olur. Kendisinin bilmediği yerde onun yerine başka birisi biliyordur nasıl olsa. Ne istenirse o olur ama asla kendisi olmaz.
‘’Ya Star’’ romanımda Ortadoğu’ nun en kapalı ve sosyolojik olarak en gerici noktalarından geçen kadın karakter Heda, neredeyse İŞİD mantığındaki erkeklerin arasından ülkelerinden topraklarından askılı elbisesiyle ve kot pantolonuyla geçer. Çoğu zaman ilginç bir şekilde saygı da görür; hatta çoğu erkek, bu kadından korkar. Burada şaşırmak yerine bilime baktığımızda insanın bilmediği anlamadığı anlamlandıramadığı şeylerden korktuğunu ve ona saygı gösterdiğini biliyoruz. Birey, içinde yaşadığı sistemde baş edemediği ve yenemediği veya aklının alamadığı yerde itaate daha yakındır.
Noam Chomsky, ‘’Rızanın İmalatı’’ adlı eserinde seçkinlerin şahsi çıkarlarının – bunlar etik olmasa da- bu taleplerinin genelin çıkarı olarak sunulması durumunda topyekûn bir toplumun bu hedefleri ve çıkarları kendi içinmiş gibi seve seve yerine getireceğini anlatır. Demem o ki yaşadığımız topraklarda birey, topluma kurban edilmiştir ve toplum da her türlü baskı araçları kullanılarak birkaç bireyin çıkarına uygun hale getirilmektedir. Ortaya çıkan tablo; doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu, erken ötenin boynunun vurulduğu, ayakların baş başın ise ayak yerine konulduğu, namusun bacak aralarında arandığı, en çok bağıranın haklı görüldüğü, ağlamayan bebeğe meme verilmediği, üzümünü ye bağını sormacıların her gün daha arttığı bir tablodur. Bunlara göre dayak cennetten çıkmadır, insan yedisinde neyse yetmişinde odur, kızını dövmeyen dizini döver. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın neme lazımcıların oluşturduğu toplumda üretilenin kalitesi de düşecektir ve insanlar layık olduğu şekilde yönetilirler.
İstagram : alihandemir.official
Yazıyla görseller cok uyumlu olmuş teşekkür ederim.
Neden sorularının cevapları somut örneklerle açıklanmış ve hem derin hem tarihsel olan bu mesele, kısaca özetlenmiş. Karakterin boyutları verilirken çeşitlilik sağlanmış. Dil ve ifade çok iyi. tebrikler.