Genel olarak postyapısalcılar özne kategorisine ilişkin argümanlarını Nietzsche’ye borçludurlar. Gerçekten de Nietzsche, öznelleştirmeden-arındırmacı söylemin öncüsü olarak karşımıza çıkar. Nietzche’nin birçok fragmanı, Habermas’ın söylediği gibi, rasyonalist ve özne-merkezli klasik felsefeyi, iktidar istencinin baştan çıkarmasının birsonucu ve deneyimlenmesi olarak kavrar. Nietzsche’nin “Putların Alacakaranlığı”nda yer alan, “İstenç özgürlüğü öğretisi cezalandırma amacıyla, yani suçlu- bulma amacıylayaşamsal olarak bulunup ortaya konuyor (…) İnsanlar “özgür” olarak düşünülüyor, insanlar yargılanabilmek, cezalandırılabilmek için “özgür” olarak düşünülüyorsuçlanabilmek”için pasajı, özerk özne ve özne- özekli aklın maskesini düşürmekte pek çok “post” ilgiye sahip düşünür için temel bir önem taşımıştır. Örneğin Althusser, ‘İdeoloji ve Devletin İdeolojik Baskı Aygıtları’ eserinde; “Öznenin emirlerine özgürce boyun eğsin, yani kendi tabiiyetinin eylem ve hareketlerini “tek başına tamamlasın” diye birey özgür birey olarak çağrılır. Tabiiyet altına alınmaları yoluyla ve tabiiyet altına alınmaları için vardır ancak özneler…”şeklindeki ifadesi Nietzsche’ci yönelimini açıkça ortaya koyar. Aynı şekilde Foucault da eserlerini ve özellikle de “Hapishanenin Doğuşu”nu tümüyle Nietzsche’ci bu pasajın tin hali temelinde kaleme almıştır: “Bu Gerçek ve bedensiz ruh öz de değildir, belli tipten bir iktidarın etkisiyle bir bilginin atıf çerçevesinin eklemleştikleri unsur, iktidar ilişkilerinin mümkün bir bilgiye yer verdikleri ve bilginin de iktidarın etkilerini taşıdığı ve güçlendirdiği dişli düzendir. Bu gerçeklikatıf üzerinde çeşitli kavramlar kurulmuş ve çözümleme alanları oluşturulmuştur: psike, öznellik, kişilik, bilinç vs.; gene onun üzerinde teknikler ve bilimsel söylemler inşa edilmiştir; ondan hareketle hümanizmanın ahlaki taleplerine geçerlilik kazandırılmıştır. Fakat bu konuda yanılmamak gerekir: İlahiyatçıların yanılsaması olan gerçek bir insan ikame edilmemiştir. Bize sözü edilen insan, çoktan beri bizatihi kendinden daha derin tabi kılmanın sonucudur”.
Günümüzde toplum bilimlerinin ana ilgi konusunu oluşturan özne sorununu ve bu konudaki tartışmalar, Foucault’un “insanın sonu” öğretisinde özetlenir. Foucault’nun özne çözümlemesi, Nietzsche’nin çözümlemesine benzer bir seyir izler: Egemen bir Cogito ya da aşkın bir düzlem anlamında özne yadsınır ve özne dil, istek, erk ve bilinçdışının (kişiyi önceleyen güçlerin) bir gölge görüntüsü olarak betimlenir. Kişiyi önceleyen bu güçler, nasıl Nietzsche’nin fragmanlarında bazen söylemsel bazen de iktidar ilişkileri olarak temellendirilmişse, Foucault’nun farklı çalışmalarında da aynı eğilim kendini gösterir. İlk dönem çalışmalarında “özne” söylemsel bir kurmaca olarak gösterilmeye çalışılırken, daha sonraki çalışmalarında özne, bireyin kimliğinin, isteklerinin ve tininin biçimlendirildiği ve oluşturulduğu politik teknolojilerin bir etkisi olarak yorumlanır. Geç dönem çalışmalarında da, Foucault, tıpkı Nietzsche gibi, yeni öznellikler geliştirmeyi amaçlamış ve bunun olanaklılığına inanmak istemiştir: Özne hala söylemsel ve toplumsal olarak konumlandırılmış olarak kuramsallaştırılmıştır. Ancak, bu kez, bireylerin kendi kimliklerini tanımlama, kendi bedenleri ve arzuları üzerinde egemenlik kurma ve benlik teknikleri aracılığıyla bir özgürlük pratiğini yürürlüğe koyma gücüne sahip olduklarını ortaya koymak ve savunmak istemiştir.
Gerçekten de “Arkeoloji”de Foucault, özneyi söylemsel bir inşa olarak görür. Ona göre söylem, içinde öznenin dağılmasının ve kendisiyle kopukluğunun belirlenebildiği birbütünlüktür. Dolayısıyla, onun sesletim düzeni ne aşkın bir özneye ne de psikolojik bir öznelliğe başvurularak tanımlanabilir12. “Soy Kütüğünde” ise Foucault, özneyi kuran söylemin kuramsal temellerini ve bunların izin verdiği ve ön gerektirdiği iktidar bağıntılarını araştırır. Burada Foucault boyun eğme ilişkilerinin özneyi nasıl ürettiği sorusu üzerinde yoğunlaşır: Özneyi, toplumsal gerçekliğin değişmez bir ilkesi olan erk-bilgi biçimlerinin el koyduğu ve bilinçle donattığı bir etkisine indirger. Birey, iktidarın disiplin denilen bu özgün teknolojisi tarafından üretilmiş, iktidar ile vücudun karşılaşma noktasında belli bir siyasal fizik’in sonucu olarak ortaya çıkmış bir gerçekliktir: “Disiplin birey imal etmektedir; bireyleri kendine hem nesne olarak, hem de icraatın aracı olarak veren iktidara özgü bir tekniktir”.
Foucault’nun son dönem çalışmaları, görüldüğü üzere, yeni öznellikler üretme isteği ve amacıyla ıralanır. Yapı-eylemlilik sorunsalına bir çözüm bulma arayışının dolaysız sonucu olarak ortaya çıkan bu yönelim doğrultusunda, Antik Yunan’ın “ben teknikleri”ne ilgisini yoğunlaştıran Foucault’un bu kez önerdiği şey, etkin yaratıcı bir fail ile sınırlayıcı bir toplumsal alan arasındaki diyalektik ilişkidir. Artık bireyler, kendi kimliklerini tanımlama, kendi bedenleri ve istekleri üzerinde egemenlik kurma ve benlik teknikleri yoluyla bir özgürlük pratiğini eyleme dökme gücüne sahip varlıklar olarak konumlandırılırlar. Ancak Foucaultcu bu esnemenin yapı/eylemlilik ilişkisinin her iki yanını birden uygun bir biçimde kuramsallaştırdığını iddia etmek doğru olmayacaktır. Zira Foucault için özne (beden anlamında bile olsa) bir öncül değil, bir çözümleme konusudur; hem iktidarın bir üretimi hem de bir kendini tanıma anlamında özne her zaman için bir iktidar biçimine gönderme yapar. Zira iktidar ilişkisi, özgür edimde bulunan “bedensel” özneler arasında ölümüne yaşanan sürekli bir savaşımdır.