SÜMEYYE ÇOBAN
Madde aleminde var olan ve dokunarak tecrübe ederek anlamlandırdığımız olgularla dolu büyük dünyanın içinde hala yetinmiyor olma duygusu nereden geliyordu
Cennette sayısız nimetler içinde olan Âdem’in aradığı neydi?
Tasavvur ettiğimiz ve gitmek için hayatımızı feda ettiğimiz cennet kovulduğumuz yer değil miydi?
- Sponsorlarımız -
İnsan cennete gidince erişecek miydi aradığına ya da orası yalnızca maddi hazzı amaçlayan bireylerin ödüllendirileceği bir yer miydi?
Tanrı neden kendisini kovduğu arayışlarının cevaplarını bulmamış Âdem’e tekrar mükâfat olarak cenneti sunuyordu ya da belki şunu düşünmeliydik: Âdem neyi arıyordu?
Sonsuz olarak tanımladığı şey neydi?
Belki de Âdem bedeninin ötesindekini merak etmişti. Duyumsadığı ancak hissettiği o şeyi, o yokken anlamsızlaşan cesedi… Peki Âdem ilk yaratılan insansa cesedin anlamsızlığını nereden biliyordu? Ölüm tecrübe ettiği bir şey değilken neydi Âdem’in aradığı?
Bu diyar, bu diyar cennet olamaz mıydı?
- Sponsorlarımız-
Âdem’in yeltendiği günah bedenin ötesindeki dünyaya açılan bir pencere olabilir miydi? Kendisini hapseden cesedinden özgür kalmak istemiş olabilir miydi?
Belki de Âdem’in hedefi özüne ulaşmaktı, tüm çıplaklığıyla kendine görünür olması kendini keşif yolculuğunun başlangıcı olabilir miydi?
Tanrı Âdem’e kendisinden bir parça olan ruha dair çok az bilgi öğreterek kendine dair gizemi korumak mı istiyordu? Zihnimizde tasavvur ettiğimiz tasvirler her şeye dair sınırlarımız, zihnimizi perdeliyor olabilir miydi?
- Advertisement -
İnsan eylemlerinin kaynağı olan ruha her an ihanet içerisindeydi. Ruhunda gerçekleştirdiği eylemlerin kaçını cesediyle gerçekleştiriyordu ki, bir aynanın arka yüzündeki sır gibi bakıp duruyordu cesediyle, ruhunun eylemlerine. Kendine ait olmayan eylemler bütünüyle bir arayış için sunulan zamanı hunharca görmezden geliyordu. Tüm bu kıvranışlar ve bocalamalar kendine yabancılığındandı.
Belki de Âdem’in bilmek ya da sahip olmak istediği o sonsuzluk ruhtu yada belki Âdem de sıkışmış hissetti. Bedeninin ve ruhunun farklılığın farkına vardı. Bu alem belki de yalnızca arayışta olmanın yeriydi. Her günah ruhun farkına varmak için bir aracıydı belki de. Sorun şuydu ki bizim günahlarımız planlıydı. Hatırlıyorum biri şöyle yazmıştı: “Ben öğrenmek için acı çekmek istiyorum.” Bizim acılarımız ve günahlarımız da yapaydı. Biz aslında bu yüzden ruhta bir uyanış gerçekleştiremiyorduk. Bizi kendimize getiren değil kendimizden götüren günahlar içerisindeydik. Günah olarak tanımladıklarımızın her biri bir prangaydı.
Tanrı insana ruhun bilgisine verseydi belki de kendi gizeminden bir pay verecekti. Bu hapsoluşun kendisi bir bulma olabilir miydi? Günah yani yasak ağaç ruha açılan pencerenin kendisiydi belki de. Çıplaklık da fıtratın görünürlüğü ve insanın sınırlılığının hatırlatıcısıydı. Kutsadığımız onca şey anlam adı altında sarıldığımız ve sıkı sıkı tutunduğumuz olguların her biri bir put gibi geliyordu. Özgür kalmak için başını cama vuran bir kırlangıç misaliydik. Biz dışarıyı (ruhu) görüyorduk oldukça cezbedici fakat cam (ceset) ulaşmamıza izin vermiyordu.
Anlam arandığında gizleniyordu ve onu aradığımızı düşündüğümüz her an onu perdeliyorduk. Amaç olmaması gereken bir şeydi, kayıp olan o değildi aslında ve apaçık ortadaydı. Bizim bulmak için kaybolmamız gerekliydi. Ancak bu kayboluş bir planın eseri olmamalıydı. Gerçek bir kayboluş olmalıydı zira bu modern çağda kayboluşlarımız da planlı bir eylemin eserine dönüşmüş haldeydi. Düşüncede kaybolmak için sarhoş olmak gibi bir şey yaptığımız. Aklı başında bir kayboluşun sahipleri olamıyoruz ve neticede anlamın da farkına varamıyoruz.
Ruhun fark edilişi için aklı başında kayboluşların, tasarlanmamış günahların, özgürleşmiş zihinlerin, noktalar yerine soru işaretlerinin sahipleri olmak umuduyla…