Felsefe tarihi boyunca “ben” kavramı çeşitli filozoflarca farklı yönleriyle ve birbirinden çok farklı yaklaşımlarla ele alınmıştır. Ancak biz burada bu çeşitliliğe ve dolayısıyla tartışmalı alana girmeden, çalışmamızla doğrudan ilgisi olması bakımından söz konusu kavramın en genel tanımını vermekle yetineceğiz. Buna göre ben; “akıl sahibi öznenin, bilinçli kişinin, kendisini başkalarından ayırmasına ve kendisini öne sürmesine yarayan güç”tür diyebiliriz (Cevizci, 2005, s. 225). Bu tanım hem bir niteliğe hem de bu niteliğe has bir yetiye gönderme yapar: Akıl sahibi olmak, bilinçli olmak ve bu bilinçli kişinin kendisini diğerlerinden (ben olmayandan) ayırabilme yetisi. Dolayısıyla ben; içinde tüm yaşamsal -zihinsel, ruhsal, bedensel- süreçlerin vuku bulduğu ve aynı zamanda kendine has düşünsel, duygusal içeriklere sahip, biricik biyopsişik bir organizma, ancak bu niteliklerle yani yine kendi kendisiyle sınırlı bir varlık alanıdır. Böylelikle ben, kendi varlığını öne sürerken kendisini, kendisi olmayandan da ayırmış olur.
Buna karşılık ağırlıklı olarak İslam mistisizminde “ben” yerine kullanılan kavram “nefs”tir. Ruh, yaşam ilkesi, nefes, zat, kişi, varlık vb. çok geniş bir anlam içeriğine sahip olan nefs kavramına, İslam tasavvufunda salt öyle olmamakla birlikte genelde kötücül bir anlam isnat edilerek; hem dünyevi olana ilgi duyma, tutkuyla bağlanmanın yanı sıra arzu ve isteklerin merkezi ve sorumlusu olması bağlamında hakikat bilgisinden uzak tikel bir özne hem de bu öznenin sahip olduğu bir iç eğilim olarak ele alınmıştır. Es-Sûfî, bu kötücül anlamı “Nefs, arı tinselliğin aydınlıklı gerçekliğine dönüşünceye kadar, bir düşmandır” sözleriyle ifade etmiştir (aktaran Gürbüz, 2018, s. 105). Nefs kelimesi ayrıca, “İnsanın kendisi, özü, duyuları, içindeki mânevi gücü, becerileri, heves ve ihtiyaçları, istekleri anlamındadır. Bu kelime kalp, topluluk, can, hayat, benlik, ruh ve zat anlamlarına da gelir” (Bulut, 2020, s. 167). Yunus Emre düşüncesinde de söz konusu nefs nihayetinde aşılması gereken bir bilinç durumuna tekabül etmektedir ki Hacı Bektaşı Veli’nin şu sözleri konuyu özetler niteliktedir: “(…) öz dediğimiz odur ki kendi iradesinden çıksın ve fâni olsun ta ki Tanrı’nın inayeti ile Tanrı’nın zatına ulaşsın” (Veli, 2009, s. 26). Bununla birlikte nefs, tinsel yolculukta saflaştırılıp yok edilmeden önce, çeşitli varlık durumlarına karşılık gelecek şekilde o anda sahip olduğu niteliklere göre hiyerarşik bir görünüm arz eder. Her biri bir mertebeye karşılık gelecek şekilde sıralanan nefsin hâl ve sıfatları, en altta bulunan ve kötücül niteliklere sahip nefs-i emmârenin çeşitli tinsel uygulamalar yoluyla her türlü kötülükten arınmış (nefs-i sâfiyye) mertebesine kadar yükselmesiyle son bulur (Gölpınarlı, 1985a, s. 34).
Yunus Emre düşüncesinde ise “ben” kavramı birbirinden tamamen farklı iki veçhesiyle karşımıza çıkar: Ben, ilk anlamıyla kendini bilmek maksadıyla çeşitli varoluş hâl ve mertebelerinden geçen ve müstakil bir varlık alanına tekabül eden tikel bir özne, bütünden ayrı bir kişi ya da persona’dır. Bu hâliyle ben; bir bedene sahip, duygu ve düşünceleri olan bir eylem merkezi, ölüme yazgılı, sonlu bir varlıktır. Diğer veçhesiyle ben, sonlu olanın kendi hakikatini sonsuz olanda bulduğu, gelip geçici olanın izafi varlığını terk ederek mutlak olana katıldığı, kişi-ötesi (transpersona) bir varlık alanına karşılık gelir. Bu iki varlık alanı (persona-transpersona) arasındaki gerilim Yunus Emre düşüncesinin temel izleklerinden biri olup, onun poetikasının en belirgin niteliklerinin başında gelmektedir. Kişi olan ben; fâni, bütünden ayrı ve sonlu oluşunun farkındalığıyla, bu dünyada kendini garip ve yabancı hisseder, bu duyuş ve düşünüş eşliğinde de gerçek yurdunu arar. Yunus Emre aynı zamanda bir tutsaklık olarak görüp yakındığı ve aşmak istediği bu varoluşsal hâli şöyle dile getirir: “Ben bu ile garîb geldüm ben bu ilden bîzâram/Bu tutsaklık tuzağın demi geldi üzerem (Timurtaş, 2018, s. 99).
Yunus Emre’nin ben’in neliğine yönelik bu dualistik yaklaşımının izlerini İslam düşünce tarihinde örneğin Muhyiddin-i Arabî’de görmek mümkündür. Özellikle onun “cüzi nefs külli nefs” ve “külli akıl-cüzi akıl” kavramları, Yunus Emre düşüncesini anlamamızda bir anahtar görevi görebilir. Arabî’ye göre cüzi nefs ve cüzi akıl, kişisel benliğe ve onun bilinç durumuna karşılık gelir ki gerçekte her ikisi de tanrısal bilincin ya da ilahi nefsin yansımalarıdır: “Nefs, Evrensel Nefsin (en-nefs el külliye) özel bir “hâli”dir” (Affifi, 1975, s. 112). Dolayısıyla tikel bir varlık olarak insan örtük biçimde içinde tanrısal olanı barındırır. Bu bağlamda kişisel ben sonradan edinilen, geçici yani arızi bir nitelik arz eder ki gerçekte evrensel ben’e açılan bir kapı, bir geçit olmaktan öte bir anlamı yoktur. Bu yüzden Yunus Emre, “Nefsünün varlığını akl-ı külle ulaşdur/Varlıgın yoga degşür cevher ol olma muhâs” diyerek nefsin evrensel bilince terfisini teklif ve teşvik eder. Ayrıca Yunus Emre bizzat kendisinin de deneyimlediği, İslam mistisizminde kendi nefsinin, benliğinin künhüne varanın aynı zamanda evrensel ben’i de keşfedeceği, bileceği anlamına gelen “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu/Bildim bunu buldum anı inkâr eden gelsün berü” dizesiyle söz konusu yaklaşımı farklı bir biçimde ifade eder (Tatcı, 2012a, s. 418).
- Sponsorlarımız -
Diğer yandan Yunus Emre için nefs ya da kişisel ben, varlığın hakikati soruşturmasının temel muhatabıdır. Dünyevi olandan zuhur etmesi yani sonradan edinilmiş olması sebebiyle tinselliğin önündeki en büyük engel, âdeta terk edilip yok edilmesi gereken bir düşmandır: “İy bizümle yâr olup dosta giden gelsin berü/Yok eyleyüp kendözin cân terk iden gelsün berü” (Tatcı, 2012a, s. 419). Bu anlamda ben, aynı zamanda Yunus Emre’nin kendisine (nefsine) yöneltilmiş kıyasıya eleştirilerinin de onulmaz nesnesidir. Tinsel yolculuğunun (seyr-i sülûk) belli noktalarında, kendisini yer yer cahillikle, tinsel yoldan sapmış (günahkâr) olmakla ve binbir türlü eksiklikle itham eder. Örneğin bir şiirinde, “Yûnus bu sözleri çatar halka ma’rifet satar/Kendüsi ne kadar dutar söylediği yalanı gör” derken, bir başka yerde de “Yûnus Emre sen bir niçe eksükligin yüz bin anca” ifadeleriyle kendini yerer (Tatcı, 2012a, s. 122-121). Kimi zaman da kendi kendine nasihatler verir, nefsine dünyevilikten uzak durmayı salık verir: “Yunus eger dervîşisen terk eyle küllî dünyâyı/Dünyâ eger Uçmagısa dervişlere zindân olur (Tatcı, 2012a, s. 204). Diğer yönüyle Yunus Emre’nin kendini kınaması aslında külli nefsin karşısında cüzi nefsi bir nevi önemsizleştirme, hiçleştirme girişimidir. Bu bağlamda külli nefs, diğer deyişle evrensel ben gerçek ben olarak telakki edildiği içindir ki söz konusu kınama bu yönüyle persona’dan kurtularak transpersona’ya geçiş edimidir. Başka türlü ifade etmek gerekirse tikel olanla kurulan özdeşlik yıkıma uğratılarak tümel olanda yeniden yapılandırılır, cüzi nefs külli nefsle bütünleşip, özdeşleşerek yeni bir kimlik ve yaşam bulur. Bir şeyle değil her şeyle, sonlu olanla değil sonsuzla özdeşleşen ve artık bir isim olmaktan (Yunus) öte bir anlam taşımayan bu bilinç Yunus Emre’ye şunları söyletir: “Evvel benem âhır benem canlara can olan benem/Azup yolda kalmışlara hâzır meded iren benem” (Timurtaş, 2018, s. 111). Bir başka dizede de “Yûnus değül bunu diyen kendüliğidür söyleyen/Kâfir olur inanmayan evvel-âhır heman benem” diyerek evrensel ben’in kendilik söylemini de ifşa etmiş olur (Timurtaş, 2018, s. 112).
Özet olarak, Yunus Emre’de ben kavramı insan olmanın imkânlarını son kerte genişleterek ona yeni bir varlık alanı tahsis eder, diyebiliriz. Bu alan, başlangıçta ortaya çıkan ikiliğin, yani ben-ben olmayan ayrımının gözlem ve tefekkür yoluyla giderek silinmesiyle genişler, tek’in bütün olanda birleşmesiyle de son hâlini alır. Artık Yunus Emre’nin ben’i, sonsuzun kendini onda ifade ettiği bir zemine dönüşür.