MEHMET BAYRAK
Giriş
Temmuz-2023 ayı, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümüne rastlıyor. Bu vesileyle, bugüne kadar resmi tarih anlayışıyla kutsal bir metin gibi sunulan Lozan Antlaşmasın’nın Kürtler açısından ne anlama geldiğini bir kez daha irdeleme fırsatını buluyoruz. Bilindiği gibi, bir zamanlar Lozan Antlaşması, İslamcı kesimce irdelenmekte ve daha önce Osmanlı’ya bağlı birçok Müslüman ülkeyi kapsamadığı için bir “zafer” değil; “hezimet” olarak netilendirilmekteydi. Yani onlar, Müslüman ülkelerin Osmanlı sömürgesi olmaktan kurtulmalarını, Lozan görüşmelerinde bir “yenilgi” olarak değerlendiriyorlardı.
Türkiye ise bu Antlaşmayı, bir kutsal metin olarak sunmakta ve bu Antlaşmayı sorgulayıp eleştirenleri “Sevrci” olmakla suçlamaktaydı. Bu işler hep böyledir zaten; resmi erk, kendi çıkarları doğrultusunda bir tabu oluşturur ve bu tabuyu herkese kabul ettirmeye çalışır. Kişiler kabul etmeyince de, onları “Sevrci” olarak nitelendirip “hain” konumuna düşürmek ister. Bu konuda düşüncenin temellendirilmesine bile tahammül edilemez.
- Sponsorlarımız -
İşte bu tabu ve yasak dolayısıyladır ki, bugüne kadar en azından ülkede bu Antlaşma, Kürtler açısından eni-konu değerlendirilemedi. Oysa, bu tabuyu oluşturanlar örneğin bir Kardak kayalığından dolayı bile sözkonusu Antlaşmayı kıyasıya eleştiriyor ve suçluyorlardı. Sözgelimi Türkiye’yi çeşitli uluslararası platformlarda temsil eden Anayasa hukukçusu, Dışişleri eski Bakanı ve DSP Milletvekili Prof. Mümtaz Soysal, 1996 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında gerginlik yaratan Kardak kayalıkları dolayısıyla bu antlaşmayı şöyle eleştiriyordu: “Hukuk dendiğinde hemen ortaya sürülen ve bizim pek sevdiğimiz Lozan Antlaşması bile, hakça ve insanca mıdır? Bir ülkeyi burnu dibindeki adaları başkasına bırakmaya zorlamanın ve hele sonradan, buna dayalı olarak, karasularına, kıta sahanlığına, uçuş bildirimine ilişkin sonuçlar üretmenin, hakça ve insanca olan bir yönü var mı?” (Hür. 19 Nisan 1996)
Evet, Türkiye’nin önemli dış sorunlarındaki hukuksal ve politik danışmanı Soyal, bir Kardak kayalığı dolayısıyla Lozan Antlaşması’nı “haksız ve adaletsiz” bir antlaşma olarak nitelendiriyor ve mahkum ediyor…
Siz ise, kendi iradeniz dışında emperyalist ülkelerle Türk devleti arasında yapılan bir antlaşmayla, moda deyimle “ülkesi ve milletiyle dörde bölünen” bir halkı ve ülkesini savunamayacaksınız! Türk yönetimi, Sevr Antlaşması’nı içine sindirmeyen Kürt halkının rüzgarını arkasına alarak Lozana gidiyor ve kendisi adına bir zafer kazanıyordu. Kürtler, Lozan’a ayrıca temsilci yollamıyor ve 1923’te Meclis’teki Kürt milletvekilleri Lozan’a telgraf çekerek, İsmet Paşa başkanlığındaki delegasyonun Kürtler’i temsil ettiğini bildiriyorlardı. İsmet İnönü de, bu gerçekliği hatıralarında şöyle anlatıyordu:
“”Sevr Antlaşması ile Kürtler, Türkler gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüler. Çünkü Sevr Antlaşması hükümlerine göre, Doğu Anadolu’da Ermenistan sınırı bitişiğinde bir Kürdistan devleti kurulacaktı. Kürtler, Türk vatanının kendileriyle birlikte, özellikle Doğu’da Ermeni tehlikesiyle karşılaşacağını biliyorlardı. Milli Mücadelenin devamınca canla-başla beraberlik gösterdiler. Sonra, Lozan Antlaşması yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türkler’le beraber bulunmuşlardır. Kürtler, Ermeniler gibi Lozan’a gelip bize başvurmadılar. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda milli davalarımızı `biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak savunduk ve kabul ettirdik.” (Bkz. Hatıralar, 2. Cilt, Ank. 1987, s.202)
Lozan görüşmeleri aşamasında bu birlikteliğe öncülük eden Kürt milletvekillerinden Bitlisli Yusuf Ziya Bey, Meclis’te şunları söylüyordu: “Kürdün birliği, Kürdün itaati, Kürdün iki parçaya ayrılmasında değil, bir parça halinde idare edilmesindedir… Türk’le Kürt işbirliği ederek yaşamazlarsa, ikisi için son yoktur. Bundan dolayı herhangi birisi diğerine ihanet ederse, ikisi için de akibet (son, gelecek) yoktur.” (Bkz. Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtları, IV, s.163) Ancak aynı kişi, Lozan’daki birlikteliğe önayak olan Dersim Milletvekili Hasan Hayri Bey ile birlikte bundan iki yıl sonra 1925’te idam ediliyordu…
- Sponsorlarımız-
Burada, iki önemli vurgu yapılıyordu: 1)İran Kürdistan’ı dışında kalan Kürt toprakları bir bütün olarak kalmalı yani son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında ve Ankara’daki ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde benimsenen Misak-1 Milli sınırlarına sahip çıkılmalıydı. 2)Türk’le Kürt işbirliği içinde birbirlerine saygılı olarak yaşamalı ve birbirlerine ihanet etmemeliydi, zira ihanet ederlerse ikisi için de son yoktu..
Evet, gerek Meclis’teki bu uyarılar, gerek İstanbul’daki Kürt aydınlarının uyarıları, gerek Dr. Mehmed Şükrü Sekban gibi Kürt aydınlarının muhtıramektupları, gerekse “Milli Mücadele” boyunca işbirliği yapılan Vilayat-ı Şarkiye Müdafa-yı Hukuk-u Milliye Cemiyeti (Doğu İlleri Ulusal Hakları Koruma Örgütü)’nin görüş ve uyarıları Lozan’dan sonra dikkate alınmayarak; tersine çeşitli zor yöntemleriyle Kürt kimliğinin yokedilmesi temelinde bir “red ve inkar” politikası ikame edilerek bugünkü `Kürt sorunu’nun düğümleri atıldı.
Başka bir söyleyişle, Lozan Türkler için ne kadar “zafer”se, Kürtler için de o kadar “hezimet “tir. Çünkü Lozan Antlaşması’nın bedeli Kürtlere ödetilmiştir. Bundan dolayı Kürt sorunu varoldukça Lozan tartışılmaya devam edecektir…
- Advertisement -
A- Lozan’ın Ardından Barışı Yakalamak
Bundan önce, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen Lozan’ın bedelinin Kürt halkına ödetildiğini vurgulamıştım. Osmanlı Devleti’ni bir emperyalist savaş olan Birinci Dünya Savaşı’na sokan Kürt halkı değil, Türkçü İttihad ve Terakki yönetimiydi. Çağa ayak uyduramayan Osmanlı Devleti, 19. yüzyıldan itibaren sömürgelerini tek tek yitiriyor ve bu ayrışma süreci İttihadçı yönetimler döneminde daha da yoğunlaşıyordu.
Osmanlı Devleti, daha Abdülhamid döneminde kaybettiği sömürgelerini yeniden elegeçirmek için bir Batılı müttefik arıyordu. Zaten 19. yüzyılın ikinci yarısında iyice güçlenen Almanya, kendisini sömürgelerin paylaşılmasında gerikalmış sayıyor ve Ortadoğu ile Uzakdoğu’ya açılmak için uygun bir müttefik arıyordu.
“Alman emperyalizmi, tıpkı güçlü ve genç bir etobur hayvan gibi, sömürgelerin paylaşılmasında kendisini atlatılmış, yoksun bırakılmış hissediyordu. (…) Alman emperyalizmi yitirdiği zamanı kazanmak çabasına girişti. İlk kurbanlarından biri Osmanlı İmparatorluğu oldu. Osmanlı Devleti, Alman kapitalistlerinin önemli bir demiryolu yapmalarına izin vermişti. Daha sonra Bağdat Demiryolu adını alan bu hat, Küçük Asya ve Bağdat’tan geçerek, İstanbul Boğazı’nı Basra Körfezi’ne bağlıyordu. (…) Bağdat Demiryolu, Alman emperyalistlerinin Doğu’da yapmayı düşündüklerini kolaylaştırıyordu. Osmanlı Devleti, bir süre sonra tamamen Alman etkisi altına girdi.” (Bkz. Yelisiyeva’dan aktarılarak Mehmet Bayrak: “Alman Emperyalizminin Türkiye ile Kürdistan’a Girişi”, Kürdoloji Belgeleri-1, Özge yay. Ank. 1994,s.509).
Alman militarizminin bu yaklaşımı; Ortadoğu’da ayrışma çabasına giren halkların bu girişimlerini önlemek ve “Büyük Turan Devleti”ni kurmak üzere Kafkasya koridoru üzerindeki Ermenileri etkisizleştirmeyi hedefleyen İttihadTerakki Yönetimi’nin beklentileriyle çakışıyor ve bu devletler Birinci Dünya Savaşı’na girişiyorlardı.
Sonunda, çarşıdaki pirince gidenler, evdeki bulgurdan olmakla yüzyüze geliyor ve büyümek yerine küçülmekle karşıkarşıya kalıyorlardı. 62, 63, 64. maddeleriyle Kürtlere belli bölgelerde “özerk”, bir yıl sonraysa “bağımsız” yönetim kurma hakkı veren Sevr Barış Antlaşması, bu sürecin sonunda doğuyordu. Kürtler, bu Antlaşmayı içlerine tümüyle sindirememişlerdi.
Bu arada, gerek İstanbul’daki İttihad karşıtı partiler, gerekse Anadolu’ya geçen Kemalistler, Kürtlere “”birlikte kurtuluş ve birlikte özgürleşme”” öneriyorlardı. Bu öneri, Kürtlerin beklentileriyle daha iyi çakışmış ve bu buluşmayla Lozan’a gidilmişti. Ancak Lozan, Kürtlerin beklentilerinin tersine halk ve ülke olarak bölünmeleriyle sonuçlanmış ve Kürtler o tarihten itibaren onulmaz bir yara almışlardı.
Başta İngilizler olmak üzere Batılılar, Mezopotamya ve Kürdistan üzerinde pazarlık
yapıyor; Türk delegasyonu da adeta Anadolu topraklarını kurtarma uğruna Kürtleri feda
ediyordu. Ingiliz yazar ve tarihçi Toynbee, “”Eğer biz Türklere Kürtleri teslim edersek,
onlar bize Musul’da petrol imtiyazını vereceklerdir” “diyordu (Bkz. M. S. Lazarev:
Emperyalizm ve Kürt Sorunu, Öz-Ge yay. 1992, s. 270).
Lozan’da emperyalistler, “gerçekte ne bir bağımsız Ermenistan ne de bir bağımsız Kürdistan peşinde koşmaktadırlar. Bütün bunlar, Kemalist yönetimi dize getirmek için ortaya atılan göstermelik sorunlardır.” (H. Yıldız: Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, 1991, s. 28).
Görüşmeler sırasında İngiliz temsilcinin İsmet İnönü’ye söylediği şu sözler de, zaten olayı çarpıcı bir biçimde yansıtmıyor mu? “İsmet Paşa! senelerce çok şey söyledik, çok şeler vaadettik. Bütün dünyada çok taahhüt altına girdik. Şimdi bunlara son verirken bu kadar merasim yapılmasını neden yadırgıyorsunuz?..” “ (age, s. 29)
Görüldüğü gibi, adeta Kürtlerin dışında Kürtlerin aleyhine yazılıp uygulamaya konan bir senaryo sözkonusudur. Zaten Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Kürt kimliğinin yasaklanması, bunun açık kanıtıydı.
Ancak Lozan Antlaşması, bu olumsuzluğun yanısıra Kürtlerin kimi kültürel haklarına ilişkin güvenceler de getiriyordu. Sözgelimi Antlaşmanın “Azınlıkların Korunması”na ilişkin III. Bölümü’nün 38-45. maddeleri bu konuda gerek gayrımüslim, gerekse Müslüman azınlıklara bazı haklar getiriyordu. 38. Madde şöyleydi:
“Türk hükümeti, köken, ulus, dil, ırk ve din farkı gözetmeksizin tüm Türkiye vatandaşlarının hayat ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını yükümlenir.”
Aynı Antlaşmanın 39, Maddesi’nde ise şöyle denmektedir:
“Din farkı gözetmeksizin Türkiye’de ikamet eden herkes yasa karşısında eşit olacaktır.Hiç bir Türk vatandaşına özel konuşmalarda, ticari ve dinsel yaşamda, basında ya da her türden yayınlarda ya da umumi toplantılarda herhangi bir dili özgürce kullanmasında hiç bir kısıtlama getirilimeyecektir.Resmi dilin yanısıra, Türkçe’den başka bir dil kullanan Türk yurttaşlarına mahkemelerde sözlü olarak kendi dillerini kullanmaları için gerekli kolaylıklar sağlanacaktır.” (Bkz. Türkiye İle İlgili İnsan Hakları Raporu”, Özgür Gelecek Dergisi, Aralık-1998).
Kemalist yönetim, Lozan gibi uluslararası bir antlaşmayla kabul ettiği bu hakları bile, 1925’te yürürlüğe koyduğu gizli Şark Islahat Planı ile geri çekiyor ve adeta sonraki tüm olumsuzluklara çanak tutuyordu. Ancak Lozan’dan 100 yıl sonra görülmüştür ki; bu anlayış Kürt sorununu çözmemiş, tersine daha da çıkmaza sokmuştur.
Öyleyse, tek yol barışı yakalamak ve sorunları barış içinde çözmektir. Kürtler için de, o gün kaderbirliği yaptığı Türkler için de tek çıkar yol budur….
B- Lozan’ın Bedelini Kim Ödedi?..
Sevr ve Lozan gibi Kürtler açısından büyük önem taşıyan anlaşmalar, öteden beri birbiriyle çelişen ve çatışan siyasi polemiklere konu olagelmişlerdir.
Evet, Soysal’ın Kardak kayalıklarından ve Ege’ye ilişkin kimi sorunlardan; İslamcı kesimin başka nedenlerle eleştiriye tabi tuttuğu Lozan Anlaşması, gerçekten de tartışılması gereken bir anlaşmadır. Özellikle de Kürtler açısından…
20. Yüzyıl başlarında Türkler; Türkçü İttihad ve Terakki yönetiminde “çarşıda pirince giderken, Sevr’le birlikte evdeki bulgurdan olmakla” karşıkarşıya kalmış, bu aşamada birlikte mücadele edip, Misak-ı Milli sınırları içinde eşitlik temelinde birlikte yaşama şiarıyla Kürtler işbirliğine ve dayanışmaya çağrılmış, bu dayanışmanın gerçekleşmesi sonucu da, Ege’de Yunanlılar’ca, güneybatıda İtalyanlar’ca, güneyde Fransızlar’ca, güneydoğuda İngilizler❜ce, hatta kuzeydoğuda Ruslar’ca işgal edilmiş topraklarını kurtararak kurtuluşa gitmişlerdi. Böylece Misak-1 Milli, Türkler açısından gerçekleşmiş oluyordu. Ya Kürtler?…
Kürtler’e gelince. 1920’de imzalanan Sevr Andlaşması’nın 62, 63 ve 64. maddeleri, Kürtler’e özerklik getiriyor, bir yıl sonra da Kürtler isterlerse bağımsız devlet olarak örgütlenebileceklerdi. Güney Kürdistan’daki Musul gibi Kürt yoğunluklu iller de isterlerse bu bağımsız yapı içinde yer alacaktı.
Esasen, anti-işgalci çete hareketleri Antep, Urfa ve Maraş gibi Kürt yoğunluklu illerde başlamıştı bile. Padişah görevlendirmesiyle Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal’in de çalışma alanı Kürdistan oluyordu. Erzurum Kongresi, ardından Sivas Kongresi, bunlara bağlı olarak imzalanan Amasya Protokolü, bu işbirliğinin sonuçlarıydı. Bu çalışmalar, Kürtler adına Vilayat-ı Şarkiye Müdafa-yı Hukuku Milliye (Doğu İlleri Ulusal Hakları Savunma) Örgütü’nce yürütülüyordu.
Nitekim, Kemalistler’in vaadleri ve imzalanan Amasya Protokolü’nde Kürtler’le Türkler’in eşitliği öngörüldüğü içindir ki, Kürtler de bu mücadeleye var güçleriyle destek olmuşlardır. Yine bundan dolayıdır ki, Mehmet Şerif Paşa Sevr Barış Konferansı görüşmelerinden çekilmiş ve İsmet İnönü başkanlığındaki Lozan Barış Konferansı delegasyonuna sahip çıkılmıştır. Örgütlü yurtsever Kürt kesimiyse, en azından umutlu bir bekleyişe girmiş ve köstek olmamıştır.
Peki, bundan sonra ne oluyor. Bu kez de Kürtler, çarşıdaki pirince giderken evdeki bulgurdan oluyorlar. Belki Ermeniler, iddialarından vazgeçerek sınırlarını kuzeye çekiyorlar. Ancak Kürtler’in de -alışılmış deyimle- ülkesi ve milleti dörde, hatta beşe bölünüyor. 17. yüzyıl ortalarındaki Doğu Kürdistan bölünmesine bu kez Türkiye, Irak, Suriye parçalarıyla Ermenistan Kürt yerleşimi de ekleniyor ve Kürt halkı beş parçaya resmen bölünüyordu. Böylece Kürt halkı açısından acılı ve zor bir süreç de başlamış oluyordu…
Misak-1 Milli’ye gelince. Bilindiği gibi, Osmanlı toprakları içinde kalan Türkler’le Kürtler’in topraklarının korunmasını öngören bu Anlaşma ilkin son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda benimsenmiş, 1920 yılında da Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilmişti. Lozan görüşmelerinde bütün çabalara rağmen, Güney Kürdistan’ı oluşturan parçalar net olarak Misak-ı Milli sınırlarına dahil edilememişti. Gerek emperyalist ülkeler ve gerekse Kemalist yönetimce önemsenen Musul ve çevresinin akıbeti, uluslararası bir komisyona havale edilmişti. Komisyon, durumu inceleyecek ve konuyu Milletler Cemiye- ti’ne götürecekti. Milletler Cemiyeti’nin kararı ise kesin olacaktı.
Bu aşamada,Kemalistler’in konuya bakışı ilginçti. Bizzat M. Kemal şöyle diyordu: “Musul bizim için çok önemlidir. Birincisi, Musul’da sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır… İkincisi, onun kadar önemli olan Kürtlük sorunudur. İngilizler orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa bu düşün- ce bizim sınırlarımız içindeki Kürtler’e de yayılır. Buna engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir” (M. Bayrak: Kürtler ve Uusal-Demokratik Mücadeleleri,Özge yay. Ank. 1993 s. 434)
Daha sonra Türkiye, Milletler Cemiyeti’nce kendisine verilen yüzde 10’luk hissesini 500 bin sterlin karşılığında İngilizler’e satarak kendisi açısından defteri kapattı. Zorunlu bir ticaret de olsa alan razı veren razıydı. Arada olan yine zavallı Kürt halkına olmuştu. İngilizler herhangi bir devlet kurmadıkları gibi, Kürt petrolleri de başkasının eline geçmişti.
Kısaca Kürtler, Misak-ı Milli (Ulusal And) ve dayanışma sözlerinde durmuşlar, ancak Türk tarafı sözünde durmamıştı. Nazım Hikmet’in şu sözleri bu gerçekliğin yalın bir anlatımı değil midir?
“Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir. (…) Türkiye Cumhuriyeti’nin kuru- luşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketinin tanıma- yı vaadettikleri millet ve insan haklarını tanımadı, hatta işi Kürt milletinin mil- let olarak varlığını bile inkara kadar götürdü.” (Bkz. M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri-1, s. 530)
Görüldüğü gibi, bugün Türk yönetimlerince bayram olarak kutlanan Lozan Türkler için bir kurtuluş olduğu kadar, Kürtler için de bir “hezimet”i simgeliyor…
Ç- Türkiye, “Lozan Antlaşması”na Uyuyor Mu?..
Türk milliyetçisi Kemalistler, bir Müslüman’ın kutsal kitapları Kuran’a baktığı gibi Lozan Antlaşması’na bakar adeta. Lozan, bir kutsal-ulusal metindir. Tartışılmaz, sorgulanmaz, irdelenmez nitelikte dokunulmazlığı olan bir kut- sal metindir bu onlar için. Ve Lozan’ı eleştirenlere yapılacak suçlama bellidir:”Bunlar Sevr’i savunuyorlar!..”
Oysa, Türkler’in o dar ve zor gününde, Sevr Antlaşması’nın peşine takılmayan ve öylesi bir yapılanmayı benimsemeyen Kürtler, bugün neden” Sevr”i savunsunlar?!.. Besbelli, yakın tarihi bilen insanlar, böylesi suçlamalara gülüp geçerler. Kürtler’in amacı tarihsel, ulusal ve demografik yapısına uymayan yeni Sevrler’in peşinde koşmak değil, günümüz insan hakları normlarına uygun bir yaşam biçimine kavuşmaktır.
Bu nedenle, Kürt aydınlarına bu suçlamaları getirenlerin görevi, Kürt halkının ta o dönemde kendi elleriyle kapattığı Sevr defterini yeniden açmak değil; Lozan’a biraz da Kürtler’in penceresinden bakabilmektir. Çünkü bir Kardak kayalığı sözkonusu olduğunda, Türkiye’yi uluslararası platformlarda temsil eden Mümtaz Soysal gibi diplomat-aydınlar, Lozan Antlaşması’nı pekala “adaletsiz bir antlaşma” olarak suçlayabilmektedirler. O halde resmi görüşün bu ideologları, Lozan’ı böylesine suçlama hak- kını kendilerinde görüyorlarsa, moda deyimle “ülkesi ve milletiyle” dörde bölünmüş bir halkın aydınları da, kendi halkı için gerçekten zafer değil, bir hezimet olan Lozan’ı eleştirme ve sorgulama hakkını kendilerinde görsünler!..
Sahiden Lozan dedik de, Kürtler’in doğrudan temsilci bulundurmadığı bu uluslararası Antlaşma, Kürdistan’ı ve Kürt halkını resmen dörde bölüyor, ancak Kürtler’e bazı kültürel haklar da getiriyordu. Üstte de vurgulandığı gibi; sözgelimi, Lozan Antlaşması’nın 38. maddesiyle “”Türk Hükümeti, köken, ulus, dil, ırk ve din farkı gözetmeksizin tüm Türkiye vatandaşlarının hayat ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını” yükümleniyordu. Antlaşmaʼnın 39. maddesi ise, tüm Türkiye vatandaşlarının her türlü medeni haklardan ve kamu haklarından yararlanmasını öngörüyor ve şöyle devam ediyordu:
“”Hiç bir Türk vatandaşına özel konuşmalarda, ticari ve dinsel yaşamda, basında ya da her türlü yayınlarda ya da genel toplantılarda herhangi bir dili özgürce kullanmasında hiç bir kısıtlama getirilmeyecektir. Resmi dilin yanısıra Türkçe’den başka dil kullanan Türk yurttaşlarına mahkemelerde sözlü olarak kendi dillerini kullanmaları için gerekli kolaylıklar sağlanacaktır.”
Peki, Türkiye 1923’de imzaladığı ve adeta kutsal bir metin gibi sunduğu bu Antlaşmaya uyuyor mu dersiniz? Uyuyorsa, Kürt yayıncılığı ve örgütlenmesi 1923’ten itibaren neden bıçakla kesilir gibi kesildi. Uyuyorsa neden 1970’li bugün bile ısrarla Kürt yayıncılığı önlenmeye ve yasaklanmaya çalışılıyor? Uyuyorsa, neden Kürtçe Kur’an çevrisi Diyanet’in isteği üzerine yasaklanabiliyor? Uyuyorsa, neden 1991’de yayımladığımız bir Kürt Halk Türküleri kitabı bile cezalandırılıyor? Ve nihayet uyuyorsa neden, bu Antlaşmayla belirlenen Güney Kürdistan ve Rojava sınırları ikide bir Türk askeri birliklerince aşılarak sözkonusu Antlaşma açıkça ihlal ediliyor?.. Bu örnekleri alabildiğine çoğaltmak mümkün, ancak bu örnekler bile uygulanagelen çifte standartlı politikalar konusunda bir fikir vermeye yetiyor, sanırız.
Şunu hemen belirtelim ki, bunların cevabı çok kolay. Çünkü Türkiye 1923’te imzaladığı bu uluslararası Antlaşma’yı 1925’te aldığı bir gizli kararla bozuyor. Yani Türkiye, Kürt kimliğini yoketmeye dönük yeni Kürt politikasını belirlerken, ilk kez yayımladığımız ve “TC’nin Kürt Anayasası” olarak nitelendirilen Şark Islahat Planı ile, bu uluslararası resmi Antlaşmaya uymama kararı alıyor. Kürt kimliğini yokederek Kürt sorununu çözmeyi öngören sözkonusu gizli Plan’ın diğer maddelerini bir yana bırakarak, salt Kürtçe’nin yasaklanmasını öngören iki maddesini birlikte izleyelim:
“Madde-14) Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik il ve kaza mer- kezlerinde Hükümet ve Belediye dairelerinde ve diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar; Hükümet ve Belediye’nin emirlerine karşı gelmekle suçlanacak ve cezalandırılacaklardır.
Madde-17) Fırat’ın batısındaki illerimizin bazı bölümlerinde dağınık olarak yerleşmiş bulunan Kürtler’in Kürtçe konuşmaları mutlaka yasaklanmalı ve kız okullarına önem verilerek, kadınların Türkçe konuşmaları sağlanmalıdır.””(M. Bayrak: Kürtler’e Vurulan Kelepçe: Şark Islahat Planı; Özge yay. Ank. 2. bas.2013, s. 129-130)
C- Sonuç
Görüldüğü gibi, Türkiye, günümüzde taraf olduğu diğer uluslararası Antlaş- ma ve Sözleşmelere uymadığı gibi; birincil elden taraf olduğu ve kutsal bir metin gibi sunduğu Lozan Antlaşması’na da uymuyor!..
Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümünde herhalde sorun, tüm boyutlarıyla sorgulanmalı ve ilgili platformlara taşınmalıdır. Ola ki,tüm taraflar yeni bir durum değerlendirmesi yapmak zorunda kalır…Aslında, Kürt sorununun demokratik çözümünün anahtarı, Lozan’la verilen hakları bile 1925’te “Şark Islahat Planı”yla gizlice gasbeden Ankara yönetime, Başbakan İsmet Paşa’nın şahsında daha 1926’da gönderilen “Memorandum”da ortaya konmuştu… Ne deniyordu bu Memorandum’da:
“Biz Kürt Aydınlanma Hareketi, Kürtlüğün hayat ve bekasına suikast edilmemek şartıyla müthiş ve müfrit Cumhuriyet taraftarıyız ve tam anlamıyla sapkınlık kaynağı olan zorbalığın aleyhtarıyız. Eğer genç Türkiye Cumhuriyeti ve muhterem yöneticileri, Türk ve Kürtler’in bir arada yaşamasını gerçekten istiyor ve Kürtlüğün kudretinden yararlanmayı ve Türklüğün varlığını sağlamlaştırmak ve Kürt milletini kazanmayı hedefliyorsa, tek çözüm yolu ve ilaç 20. Yüzyıl uygarlığının ulus ve özgürlük prensiplerine saygı ve uyma ile Kürtler’in yaşam hakkını kabullenmek ve bu suretle Avrupalılar’a, dost ve düşmana karşı olgunluğunu ve siyasi yeterliğini göstermektir.(..) Aksi takdirde mevcut politikanın devam ettirilmesinde ısrar edilirse Kürdistan veya Şarki Anadolu kıtası büyük bir kin ve kırgınlık yuvasına dönüşecektir…” (Kürt Aydınlanma Hareketi’nin Özgürlük Örgütü XOYBUN’un Lozan sonrası yürüttüğü diplomatik girişimlerin belgesel öyküsü için bkz. M. Bayrak: Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm; Özge yay. Ank.1999 ve Ateş- Kan- Barut Günlerinde Kürt Diplomasisi/ Xoybun Broşürlerinin Sunduğu Gerçekler; Özge yay. Ank. 2021).
Deng Dergisi, sayı:128