MEHDİ AMİNRAZAVİ
Aralarında Kaderîyye gibi deterministlerin, Vaîdiyye ve Mürcie gibi eskatolojistlerin ve Eş’ariler gibi inancı esas alan ilahiyatçıların da bulunduğu erken dönem itikadî mezheplerinin içinden İslam felsefesi geleneği ve çok sayıda yeni düşünce okulu çıkmıştır. İlk Müslüman filozofun Kindî olduğu kabul edilmekle birlikte, Helenistik dönem düşüncelerinin İslam felsefesi üzerinde yarattığı etkinin en iyi şekilde görüldüğü düşünür, İslâm felsefesi geleneğinde mantığın babası olarak görülen ve Yeni Eflâtunculuğu (Neo-Platonizm) -sınırlı biçimde de olsa- benimseyen ilk kişi olan Fârâbî’dir. Fârâbî’nin inşa ettiği paradigma, mistisizmin İslam felsefesine dahlinin de önünü açmıştır.
İslâm felsefesinin dikkat çekici özelliklerinden biri olmaya devam eden Yeni Eflâtunculuğun biri entelektüel (düşünsel), diğeriyse pratik olmak üzere iki işlevi vardır ve bunlardan her ikisi de felsefi bir yaşam sürdürmenin ayrılmaz birer parçası haline gelmiştir. Felsefî olarak Yeni Eflâtunculuk, birlikten çokluğun nasıl meydana geldiği ve bedenselliğin cismi olmayan tanrıdan (Allah’tan) nasıl çıktığı gibi İslâm bağlamındaki büyük soruların çoğuna cevaplar vermesinin yanı sıra varlıkların artan ve azalan düzenini de izâh eder.
Fârâbî’nin düşüncesinde mistisizm, biri felsefi diğeri pratik olmak üzere iki şekilde karşıımıza çıkar. Felsefî olarak, Risâle fi’l-ʿaḳl’da (‘’Akıl Üzerine’’) açıkça görüldüğü üzere, Fârâbî’nin dört akıl kavramına ilişkin yorumu, Yeni Eflâtunculuktan layığıyla istifade eden halefi İbn Sînâ’nın (M.S. 981-1037) önünü açmıştır. Fârâbî, eserlerinde yalnızca -mistik bir figürmüş gibi bahsedilen- Platon’un ve Aristoteles’in görüşlerini uzlaştırmaya çalışmamış, bunun yanı sıra siyaset felsefesi üzerine yaptığı tartışmalarda Platon’un ‘’filozof-kral’’ının yerine hakîkat anlayışı sezgiye (işrâkî felsefede zevk) dayanan ve erdemlerin sadece teorik yönünü değil pratik yönünü de bilen (sadece teorik erdemleri değil aynı zamanda pratik erdemleri de bilen) ‘’İmam’’ figürünü koymuştur. Ancak, bestelerinin Türkiye ve Hindistan-Pakistan bölgesindeki bazı sûfî tarikatları arasında söylenmesine ve düşüncesindeki tasavvuf etkisinin Fusûsü’l-Hikem (Hikmetlerin Yuvası) adlı eserinde görülebilmesine rağmen Fârâbî’nin sûfîliği icra ettiğine dair bilgiler oldukça belirsizdir.
- Sponsorlarımız -
Bilim adamları, Meşşâîlerin (İslam dünyasındaki peripatetikler/Aristotelesçiler) üstadı İbn Sînâ’ya (Avicenna) İbn Sînâ’nın; Platon’un, Aristoteles’in ve Yeni Eflatunculuk’un belirli kavramlarını benimseyen bir rasyonalist (akılcı) olduğu ve felsefe alanındaki eserlerinin dikkat çekici özelliğinin bu eserlerin doğaları gereği diskursif nitelik taşımaları olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bundan yola çıkarak, İbn Sînâ felsefesini üzerinde iki yaygın yorum olduğunu söyleyebiliriz: Bunlardan ilki İbn Sînâ’nın tasavvufla hiçbir alakası olmayan bir rasyonalist olduğu, ikincisiyse İbn Sînâ’nın bazı geç dönem eserlerinde de görüldüğü üzere tasavvufu benimsediğidir.
Batı’da İbn Sînâ üzerine çalışan çoğu kişi, onun Fârâbî ve İbn Rüşd gibi yalnızca bir akılcı olduğuna yönelik görüşlerini (Gutas 2006, Adamson 2013) İbn Sînâ’nın diskürsif/gidimli ve akılcı eserlerine dayandırır. Başta İranlılar olmak üzere İbn Sînâ üzerine çalışan Müslüman filozoflar, onun eserleri hakkında daha kapsamlı okumalar yapmıştır ve düşünce yaşamının geç döneminde İbn Sînâ’nın tasavvufa duyduğu ilgi konusunda hemfikirdir. (Nasr ve Leaman 1996, Inati 1996).
Diğer birçok Müslüman filozofta da görüldüğü gibi, İbn Sînâ da felsefi uğraşların nihai amacının yaratılışın gizemini, yani Allah’ın birliğinin (tevhid inancının) nasıl var olanların aleminin çokluğu haline geldiğini ortaya çıkarmak olduğunu düşünmüştür. İbn Sînâ, bu bilmeceyi çözmek adına, yalnızca sûfîler ve Müslüman gnostikler tarafından insanın Allah yolundaki manevî yolculuğunu açıklamak için değil, aynı zamanda Sühreverdî ve Molla Sadrâ’dan Hâdî-i Sebzevârî ve Tabâtabâî’ye kadar neredeyse tüm tasavvufçu-filozofların kullandığı, Yeni Eflatunculuktaki feyz (emanation) kavramından yararlanır.
İbn Sînâ’nın herhangi bir sûfî tarikatına mensup olduğu bilinmemektedir. Aslına bakılırsa, İbn Sînâ’nın büyük mutasavvıf ve tarikat şeyhi ‘’Sultanü’l-Evliya’’ Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’la (ö. M.S. 1049) görüşmesinin ve eserlerinde bir “doğu felsefesinin” (el-hikmetü’l-meşrıkiyye) bulunmasının doğruluğu şüphelidir. Ancak bazı uzmanlar, İbn Sînâ’nın kimi geç dönem eserlerinde tasavvufî unsurların buldunduğunun inkar edilemeyeceğini öne sürmektedir (Aminrazavi 2003). Örneğin, felsefi şaheseri el-İşârât ve’t-tenbîhât’ın (İşaretler ve Tembihler) dokuzuncu bölümünde yer alan Makamatu’l-Arifin (Ariflerin Makamları) başlıklı kısmında İbn Sînâ, tasavvuf öğretisine bir açıklama getirmekte ve sûfîlerle gnostiklerin hakikate ulaşma yolunda kullandıkları yöntemleri müdafaa etmektedir. İbn Sînâ ismiyle yayınlanan bazı Farsça eserlerin gerçekten ona ait olup olmadığı bir tartışma konusu olsa da Mi’râcnâme, Kuşlar Risaletu’t-Tayr, Selâmân, Ebsâl, Yaşayan Uyanık (Hayy ibn Yakun) Ḥay b. Yaḳẓân ve Aşk Üzerine İnceleme (Risālah fi’l-‘ishq) Aşkın Mahiyeti Hakkında Risale (Risâle fi Mâhiyeti’l-Işk) ve meşhur şiiri el-Kasîdetü’l Ayniyye (Ruh Kasidesi) gibi eserlerinde tasavvufî ve gnostik unsurların varlığı bu yorumu benimsemiş kişiler tarafından açıkça görülmektedir.
İran’da akılcı felsefenin zirvesini temsil eden İbn Sînâ’yla beraber iki düşünce akımı daha ortaya çıktı. Bir tarafta, felsefeyi tamamıyla reddederek yalnızca tasavvufun müdafîliğini yapan büyük bir figür, Ebû Hâmid el-Gazzâlî; diğer tarafta, tasavvufun ve Hermetik-Pisagorculuğun ortaya koyduğu fikirleri felsefe bağlamında birleştiren İsmâilîlik ortaya çıktı.
- Sponsorlarımız-
‘’Ortodoks’’ (geleneksel) bir fakih ve itikadı temel alan (inanç temelli) bir mezhep olan Eş’arîliğin önemli bir temsilcisi olmasının yanı sıra felsefe üzerine çalışmalar yapan Gazzâlî, başta gidimli (diskursif) akıl yürütmenin sağlam bir zemine oturduğuna kanaat getirmiş, ancak kısa bir süre sonra Tehâfütü’l-felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) adlı eserindeki akıl eleştirisiyle felsefeye karşı çıkmıştır. Aklî ilimlere duyduğu güveni yitiren Gazzâlî, halvete çekilerek (seclusion) birkaç yıl zühdde (asceticism) kalmış ve sorularının cevabını tasavvuf geleneğinde bulmuştur. Gazzâlî’yi ‘’ortodoks’’ bir fakihten bir sûfî olmasına neden olan manevi yolculuk (seyr- sülûk), Müslüman bir bilgenin yüzünü dış dünyadan İslâm’ın iç yüzüne çeviren ve tasavvufu hakikat arayışındaki götüren tek yol olarak görmesini sağlayan dönüşümünün en hatırı sayılır örneklerinden biridir. Gazzâlî hayatının geri kalan yıllarını tasavvufla alakalı eserler vermekle, tasavvufu öğretmekle ve uygulayıp yaşamakla geçirdi.
Gazzâlī, takipçisi olduğu tasavvuf usûlü itibarıyla ‘’ortodoks’’ bir din anlayışını, gnostik bir entelektüel çerçeveyi ve manevi yolculuğun daha pratik ve münzevi boyutunu benimseyen birkaç mutasavvıftan biridir. İslam hukukunu (şeriat) ihlal eden ibâhîlerin ve kimi konularda daha rahat tavırlar sergileyen bazı sûfîlerin aksine Gazzâlî, İslam hukukunun katı ve ateşli bir savunucusuydu.
Hakikate giden tek doğru yol olduğunu savunduğu tasavvuf üzerine kapsamlı eserler yazdı. Tasavvuf üzerine yazdıkları arasındaki kayda değer eserlerden biri olan ve ‘’aydınlanmacı’’ nitelik taşıyan Mişkâtü’l-Envâr’da (Nurlar Feneri), Sühreverdî’nin illüminasyon (işrâk) öğretisinin oluşumuna ilham vermiştir (Aminrazavi 1996). Ayrıca, Gazzâlī’nin şaheseri İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’in (din ilimlerinin ihyâsı) ‘’tevhîd ve tevekkül’’ gibi bazı bölümleri de özellikle tasavvuf öğretisinin izahına hasredilmiştir. Bunların yanı sıra; oruç tutmanın, dua etmenin, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını zikretmenin ve ruhu arındıran (katarsis) bir araç olarak tasavvuf mûsîkinin manevi önemi hakkında çok sayıda kısa şerh kaleme aldı.
- Advertisement -
Kaynak metin: Aminrazavi, Mehdi, “Mysticism in Arabic and Islamic Philosophy”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2016 Edition), Edward N. Zalta
Çeviren: Deniz Karakullukcu
KUALİYA FELSEFE DERGİSİ