Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyetin kurulduğu 20. yüzyılın ilk çeyreği siyasal açıdan Kürtler için çok kritik bir dönemdi. Bu çeyrekte Kürtler çok yoğun bir siyasi faaliyet içine girdiler. İlk siyasi cemiyetler, ilk sosyal oluşumlar ve ilk politik süreli yayınların hepsi bu yıllarda ortaya çıktı. Bu çalışmaların hiçbiri Kürtlerin ihtiyaç duyduklarını sonuç vermeyince, Kürtler için kitlesel isyanlar dönemi başladı.
İstanbul’da kurulan ilk cemiyetlerden Kürdistan’daki isyanlara kadar kısa sürede hızlı ve yoğun geçen bu süreci doğru tahlil etmek ve isabetli sebep-sonuç ilişkileri kurmak, Kürt tarihi okuması bağlamında son derece hayati bir önem taşımakta.
İstanbul’daki siyasi cemiyetler ile Kürdistan’daki silahlı isyanlar arasındaki bağlantılar ve bu bağlantıların odağında olan kişiler bu röportajımızın sınırlarını belirliyor. Bu çerçevede röportaj konuğumuz olan Muhyiddin Zinar ile, İstanbul’daki siyasal mücadelede önemli bir aktör olan Bediüzzaman Said-i Kurdi ile Kürt tarihinin en önemli silahlı hareketi olan Şêx Said hareketini konuşacağız. Özellikle Said-i Kürdi’nin o dönemdeki Kürt siyasal mücadelesindeki rolü ve bu rolün Şêx Said hareketi ile kesişen noktlarını Muhyiddin Zinar ile konuştuk. Zira Muhyiddin Zinar iki yıl önce Bediüzzaman’ın siyasal monografisi diyebileceğimiz “SAİD Kürtlüğün Kayıp Risalesi” isminde bir kitap çalışması yayınlandı ve kitabında bu konu ile ilgili önemli tesbitler yaptı.
Ekrem Malbat: Çalışmanızın ilgi uyandıran kısımlarından biri Said-i Kürdi’nin Şeyh Said olayına evirilen süreçteki hikayesi. Siz bu hikayeyi nereden başlatıyorsunuz? Klasik Nurculuğun aksine Ankara’dan sonra Said-i Kürdi inzivaya değil, tersine Kürt meselesinde, Cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan bir dizi siyasal ve sosyolojik kırılma karşısında bir aktöre dönüşüyor. Said-i Kürdi’nin Ankara’dan ayrılışı ile Şeyh Said başkaldırısına kadar olan süreci, bize nasıl aktarırsınız? İsyan sürecinde Said-i Kürdi nasıl bir aktör?
- Sponsorlarımız -
Muhyidin Zinar: Said Nursi biyografilerinde geçen kimi iddialar onun özellikle Ankara’daki misyonunu ve Şeyh Said olayına evrilen süreçteki rolünü bir hayli bulanıklaştırmıştır. Ankara’dan direkt Van’a yerleştiği, özellikle Şeyh Said karşıtı söylemlerde bulunduğu yönündeki hikayeler buna örnek verilebilir. Kanaatimce Said-i Kürdi’nin İstanbul’dan Ankara’ya gelişi ve sonrasında yaşananlar konuya giriş için iyi bir başlangıç teşkil eder.
Nursi’nin 1922 Kasım Ankara’sına davet edilirken nasıl bir politik şahsiyet olarak algılandığı önemlidir. Kürdistan Teali Cemiyeti çevresinin ileri gelenlerinden sayılan Nursi, ulema sıfatıyla birlikte önemli bir Kürt politik aktör olarak da görülmüştür. Kulübün feshedildiği ve lokal temsilcileri arasında farklı stratejik eğilimlerin ortaya çıktığı bir hengamede Ankara’ya gelen Said-i Kürdi öyle görünüyor ki mefsuh KTC’nin İstanbul merkez aktörleriyle de istişare halindedir.
Kemal’in bu buluşmadan beklentilerine bakıldığında konunun doğrudan Kürdistan meselesiyle alakadar olduğu görülebilir. Amaç onu bu meselede istihdam etmektir. Şüphesiz Nursi Ankara dehlizlerinde büyütülen anti-Kürt ideolojinin ve politik ayartıcılığın son derece farkındadır. Büyük Tarihçe-i Hayat nedense davetin bu yönü üzerinde durmaz. “Mustafa Kemal’in kendisini parlak fikirlerinden istifade için davet ettiği” gibi bilgiler geçse de bunun meclise sunulan beyanname ve namaz konusunda yaşanan tartışmayla sınırlı tutulduğu görülmektedir. Halbuki Said Nursi’nin Ankara’daki çabaları sistematik biçimde dine yönelen dışlamalara olduğu kadar, giderek Kürtleri yok sayan Türk nasyonalizmine de bir meydan okumadır.
Bugüne kadar öne çıkan anlatının dışına çıkıp yeni bir hikayeden bahsediyorsunuz gördüğüm kadarıyla. M. Kemal’in Said-i Kürdi’yle görüşme isteğinin Kürdistan sorunuyla ilgili olduğunu söylüyorsunuz. Buna dair elinizdeki verileri bizimle paylaşabilir misiniz?
Elbette… Öncelikle Şualar adlı eserinde geçen bir metin bizlere M. Kemal ve S. Nursi görüşmesinin özellikle Kürtlükle ilgili olduğunu söyler. Metin, Kürd jenosidine dair Nevzat Tandoğan’a atfedilen tarihsel bir itirafı da tarihe not düşer. Said-i Kürdi’nin “Kürdistan Umumi Vaizi” sıfatıyla Şeyh Senusi yerine görevlendirilmek istenmesi çok önemli bir ayrıntıya işaret eder. M.Kemal, Şeyh Senusi’ye gönderdiği mektupta Kürdistan meselesini selamet-i İslamiye’ye ve vahdet-i vataniye’ye suikast ve düşmanın maddi silahlarından daha muzır bir sorun olarak dillendirir. Belli ki yeni sistem nasyonalist programlar için yol temizliği sayılacak bu aşamayı etkili bir Kürt alim ve lider eliyle yürütmek istemiştir. Hatta meclis tarafından onaylanan Nursi’ye ait Medreset-üz Zehra teklifinin altında, M. Kemal imzası bu ikna saikiyle atılmış olabilir. Ancak Said-i Kürdi Kürdistan meselesinde M. Kemal’in yaklaşımlarına itiraz etmiş, teklifleri red etmiş ve doğru çözümün bir Türk ulus-devleti olamayacağı fikrini dile getirmiştir. Aksine asıl Kürdistan’ı statüsüz bırakmanın hem selamet-i İslamiye’ye hem Türklere zarar vereceğini gündeme getirmiştir. 1907’lerde Abdülhamit yönetiminin rüşvet ve tehditlerine karşı sergilediği milli onur bu kez Ankara’nın meclis odalarında yankılanmıştır. Said Nursi’nin bu keskin tavırları sonraki dönemlerde de iflah olmaz bir rejim muhalifi olarak muamele görmesine sebep olmuştur.
- Sponsorlarımız-
Nursi’nin mecliste irad ettiği beyannamede Napolyon’a hayranlığıyla bilinen M. Kemal’e tavsiyesi dikkat çekicidir. Napolyon yerine tarihin en saygın Kürt imparatoru Selahaddin-i Eyyübi’yi model olarak sunması oldukça önemli bir mesajdır.
Bu döneme referans olabilecek diğer bir metin ise 1955’te Reis-i Cumhura ve Başvekile hitaben yazdığı mektuptur. Mektup 1955’in Kürt sorununa dair kelam edebilmek için 1922’ye atıflarda bulunur. Kürdi, Müküslü Hamza örneği üzerinden siyasette ve bilhassa eğitim kurumlarında yaygınlaşan Türk ırkçılığının Kürtler nezdinde uyandırdığı derin nefretten söz eder. Yeni iktidarı nasyonalist eğilimleri sebebiyle sert biçimde eleştirir. Kürdistan’ın statüsünü ve beş milyon Kürt nüfusun maslahatını menfi milliyetçilikten dolayı inkar etmenin düşmanlıktan başka bir sonuca ulaşmayacağını belirtir.
Saltanat-Hilafet tartışmalarının tam ortasında Ankara’ya gelen Bediüzzaman’ın tasavvurunda devletin ve bu bağlamda Kürtlerin krizi neydi?
- Advertisement -
Nursi Ankara’ya geldiğinde yaşanan en önemli olay saltanatın kaldırılmasıdır. Bu İstanbul’daki meclis-i mebusan’ın Ankara’ya taşınmasından sonraki en kritik adımdır. Hilafet tartışmalarını beraberinde getiren bu süreç, devlet için hızla bir rejim krizine dönüşürken Kürtler için ortak devlet imkanlarının tamamen ortadan kaldırılmasına dönük algıyı güçlendirmiştir. Zira yeni muktedirlerin hilafeti sorunlaştırdığı alan dinden ziyade, planlanan nasyonalist devlete geçiş önündeki engelleyici fonksiyonudur. Nursi, meclisin saltanatı kaldırıp onu cumhuriyetçi bir sisteme devretmesini överken hilafetinde, cumhuriyet felsefesine uygun şekilde kolektif bir irade tarafından üstlenilebileceğini dillendirir. Burada dönemsel Kürt-Türk siyasal realitesine vurgu yapan stratejik bir yaklaşımdan bahsedilebilir. Zira bu zemin kaybedildiğinde, Kürtlüğü varsayan herhangi bir beraberlik zemininin kalmayacağı muhakkaktır. Aslında Said-i Kürdi bir alim ve bir Kürt lider olarak birinci Ankara parlamentosundan iki temel beklenti içinde olmuştur. İnkılabın anti-İslam bir eksene oturtulmaması ve yeni devletin nasyonalist temeller üzerine kurulmaması. Bu iki beklentinin dönemsel Kürt stratejisi açısından hedeflediği sonuç ise son Osmanlı hükümetleri ile Kürdistan Teali arasında imzalanan İstanbul protokolünün geçerli hale getirilmesidir. Ancak Ankara, Said-i Kürdi’ye bu beklentilerini vermemiştir. Said-i Kürdi rejimin felsefi temellerini eleştiren birçok metin ve henüz kristalize olmamış Kemalist zihniyetle ilk kapışma deneyimini geride bırakarak Ankara’dan ayrılmıştır.
Ankara dönüşü İstanbul’da kalıp, münzevi bir hayat tercih edebilirdi! Yani aslında Bediüzzaman’ın önünde iki yol var. İstanbul’da kalmak veya Kürdistan’a gitmek. O Kürdistan’a gitmeyi seçti. Bu tercihini, bir stratejisi olduğuna yorabilir miyiz?
Said-i Kürdi’nin Ankara sonrası hayatı özellikle Kürtlük serüveni açısından önemli bir kavşakta yer alır. Nursi biyografilerinde nedense bu döneme ilişkin bilgiler yer almaz. Bunun nedeni Büyük Tarihçe-i Hayat’taki anlatıdır. Tarihçe’ye göre Ankara’dan ayrılan Bediüzzaman doğrudan Van’a gitmiş ve inziva için mağaraya kapanmıştır. Ancak son zamanlarda ortaya çıkan çok sayıda arşiv belgesi bu bilginin doğru olmadığını ispatlamıştır. İddianın aksine anılan tarihten sonra Van’a değil İstanbul’a geri dönmüştür. Maalesef bu döneme ilişkin detaylara sahip değiliz. Ancak Ankara ve İstanbul’daki gelişmeleri yakından takip eden böylesi politik bir kişiliğin girişimlerinin şahsi olmadığını tahmin etmek güç değildir. Kürdistan Teali Cemiyeti feshedilmiş olsa bile, bu çevrenin İstanbul merkezli faaliyetlerine devam ettiği bilinmektedir. İngiliz ve Osmanlı arşivleri bu yapının ileri gelenleri arasında Said-i Kürdi’nin ve Van şube başkanı olarak kardeşi Abdulmecid’in isimlerini zikreder. Said-i Kürdi’nin bu yapıyla olan ilişkileri İstanbul’da bulunan kadim dostu Seyyid Abdulkadir’den cemiyetin yeni lideri olarak kayıtlara giren Erzurum’da Cibranlı Halid Bey’e kadar uzanmaktadır.
Said-i Kürdi isminin Musul meselesinde yürütülen diplomatik süreçlerde kilit role sahip olan İstanbul ve Ankara’daki Kürt politik aktörleriyle birlikte anılması önemli bağlantılara bizleri götürmektedir. Ankara’daki havayı teneffüs edip, oradaki tepkileri gören ve gidişatı anlayan Kürdi’nin bazı Kürt liderlerle beraber bir yol haritası üzerinde çalıştığı söylenebilir. Bu yol haritası ne İngiliz hegemonyasıyla ne de Ankara’nın tezleriyle uyum göstermektedir. Daha çok Kürtlerin statüsünün güçlendirildiği üçüncü bir yola işaret etmektedir. Arşiv belgeleri Said-i Kürdi’nin bu süreçteki politik yaşantısına daha fazla ışık tutmaktadır.
Bize bunların içeriğinden söz edebilir misiniz?
Cumhuriyet tarihi, Kürtleri aldatma tarihidir. Kabul etmediği halde muhtariyet ve Türk-Kürt ortak devlet söylemine başvurabilen bir devlet geleneğidir bu. Lozan görüşmeleri, Musul meselesi Kürtlerin yeni sistem tarafından nasıl algılandığının en net tablosunu sunar bizlere. Kürtler milletler cemiyeti komisyonlarında her dile geldiğinde Ankara temsilcilerinin Türkiye’yi Türk ve Kürtlerin eşit hukuk altında oluşturdukları cumhuri bir devlet olarak lanse etmesi; Yusuf Ziya gibi Kürt mebusların mecliste yüksek sesle dile getirebildikleri Kürt statülü ortak devlet vurgusu bir dış politika enstrümanı üretme dışında hiçbir geçerliliğe sahip olmamıştır. Zira Kürdistan söz konusu edildiğinde ittihatçılığın nasyonalist ruhunu temsil eden yeni muktedirlerin programında bu talep hep muzır ve tehlikeli bulunmuştur.
Böylesi bir süreçte, Bediüzzaman’ın İstanbul’dan ayrıldığını haber veren İstanbul valisi Memduh beyin ona düştüğü şerh dikkat çekicidir. Vali Memduh’un hem Dahiliye Nezaretine hem Bediüzzaman’ın ilk uğrak yeri olan Trabzon valisine yazdığı uyarılar son derece önemlidir. Bundan sonraki tezkirelerin tümünde yer alan bilgiler Bediüzzaman’ın gündemini veya en azından devletin Bediüzzaman’a dair kaygısını işlemektedir. Belgelerde Said-i Kürdi’nin mefsuh Kürdistan Teali çevresiyle devam eden ilişkisi ve Kürdistan’a gitme kararının örgütsel bir karar olduğu bilgisi yer alır. Vali Memduh, buradaki amacın Kürdistan’daki aşiret reisleriyle temaslarda bulunmak ve muhtemelen bazı maceralara kalkışmak olduğunu söyler. Bu maceranın ne olduğu konusu ise belgelere şu ifadelerle yansır: ‘Musul Vilayetinin vilayat-ı şarkiyenin kilidi olmak itibarıyla Van, Hakkari, Erzurum, Muş, Bitlis, Diyarbakır, Siverek, Elaziz, Malatya, Genç vilayetleriyle alakadar addedilmekte ve bu vilayetlerin Irak gibi müstakil bir kitle haline vazıyla beraber Irak’a rabtı yani Kürdistan namıyla bir muhtariyet teşkil ve ilanı..’
İstanbul sonrası girişimlerin Seyyid Abdulkadir gibi kişilerle birlikte planlandığını, Erzurum’a gitmesinin, Cibranlı Halit Beyle görüşmesinin bu planın bir parçası olduğunu söylüyorsunuz. Bu bilgiyi nereye dayandırıyorsunuz?
Bunun örgütlü bir faaliyet olduğuna dair işaretler bir hayli yoğun. Bediüzzaman’ın kişisel olarak karar verdiği bir yürüyüş değil. Bu karar daha çok gelişmelerden rahatsız bir alimin ve bir Kürt liderin belli müzakerelerle ve istişarelerle aldığı bir karar. 1924 sürecinde neredeyse attığı her adım, kurduğu her temasın devlet yazışmalarına girmesi özellikle Genç mebusu Siirtli Hamdi beyin merkeze gönderdiği ihbar mektupları onun ne yapmaya çalıştığı hakkında bizi daha fazla bilgi sahibi yapmaktadır. İstanbul’da kimlerle irtibatlı olduğu, Trabzon, Erzurum, Bingöl [o dönem Genç] Muş, Bitlis, Van güzergahında buluştuğu isimlerin statüsü bunun kişisel bir ziyaret olmadığını açıkça göstermektedir. Örneğin Erzurum’a geldiğinde Miralay Cibranlı Halit Bey ile görüşmelerde bulunmuştur, ki bunu yerel anlatılar da desteklemektedir. Halit Bey Kürdistan Teali’nin yerine kurulan gizli ve yeni Kürt siyasal organizasyonunun lideri olarak kayıtlarda yer almaktadır. Bediüzzaman’ın Cibranlı Halit Bey’den sonra görüştüğü kişilere bakıldığında, -muhtemelen bu isimler daha önce Halid beyle çalışmayı kabul eden isimlerdir- devletin Said-i Kürdi hakkındaki kaygısını doğrulamaktadır. Muhbir Genç mebusu Hamdi’nin sahadan topladığı bilgilere göre Said-i Kürdi’nin, Halid beyden sonra görüştüğü isimler arasında aşiret reisi Binbaşı Baba bey, Çapakçur mirlerinden Oğnut nahiye müdürü Tayyip Ali efendi, Hasenan aşiret reisi Halit bey gibi önemli isimler yer almaktadır.
Said-i Kürdi’nin kafasında nasıl bir hareket olduğu ile ilgili bir tahmininiz var mı?
Anladığım kadarıyla kendisinde, Kürtlerin bu kritik süreçten mutlaka kurumsal ve örgütlü bir yapı oluşturarak çıkabileceği düşüncesi hakimdir. Böylelikle Kürtler, uluslararası siyaset ve Ankara’yla ilişkilerinde daha etkili kararlar alabilecek ve kendi adlarına müzakereler yürütebilecektir. Bediüzzaman ve diyalog halinde olduğu isimlerin tecrübe, siyasi vizyon ve toplumsal nüfuzları hesaba katıldığında böylesi bir ihtiyacı organize edebilecek yetkinlikte oldukları açıktır.
Bir de Erzurum’da Halit Bey’le peryodik görüşmeler yaptığını ifade ettiniz. O dönemde tabii Şeyh Said de Erzurum’da. Onunla da görüşmüş olabilir mi? Görüşmenin muhtevasına dair bilginiz var mı?
Şeyh Said Efendi ile doğrudan görüştüklerine dair bir bilgiye rastlayamasam da bazı anlatılar bu iki liderin tanışıklığından söz ederler. Belgeler Said-i Kürdi’nin güzergahında Hınıs’ın yer aldığını söyler. Muhtemel görüşmenin burada gerçekleştiği varsayılabilir. Görüşmelerin muhtevasını bilmiyoruz. Bunun nedenini, Bediüzzaman’ın süreci gizli yürütmesine bağlıyorum.
Bitlis ve Van’a yönelik planlarından bahsedebilir misiniz? Ayrıca merkezi ve mahalli idarelerce nasıl izlenmiştir?
Bediüzzaman, Kürdistan’ın iç kısımlarındaki bu görüşmelerden sonra serhada yönelir. Bitlis ve Van şüphesiz Bediüzzaman etkisini daha fazla gözlemleyebileceğimiz yerler. İçinde büyüdüğü tasavvufi geleneğin ve yetiştiği medreselerin bulunduğu coğrafya. Oraya dair bazı planları üzerine konuşulabilse de buraya kadar yaptığı görüşmeler sonucunda nasıl bir kanaate vardığı hakkında net bilgilere sahip değiliz. Nursi, Erzurum, Bingöl, Muş duraklarından sonra Bitlis üzerinden Van’a doğru hareket etmiştir. Devletin neredeyse adım adım izlettiği Said-i Kürdi’nin Genç vilayetinde yaptığı ziyaretler vali ile mebus arasında krize neden olmuştur. Genç valisi Laz İsmail Hakkı’nın, Oğnut nahiyesinde gerçekleşen Said-i Kürdi ile Tayyip Ali görüşmesi hakkında ayarttığı muhbire rağmen istihbarat sağlayamaması, Genç mebusu Arap Hamdi’nin şikayetlerine konu olmuştur. Olayın bir tedbirsizlikten öte vatana hıyanet gibi algılanması valinin istiklal mahkemesinde yargılanmasına yol açmıştır.
Biraz da 1924 Beytüşşebab olayının Said-i Kürdi’nin sahadaki hareketliliğini nasıl etkilediğini ve sonrasında –ve belki de bu nedenle- Van’da içine girdiği sessizliğini konuşabilir miyiz?
Olay, devlet kayıtlarında İhsan Nuri’nin Yusuf Ziya’nın kardeşi Ali Rıza’nın da içinde olduğu bazı Kürt subaylarla organize ettiği toplu firar girişimi olarak geçer. Olayın arka planı hakkında daha derin araştırmalara ihtiyaç olduğu kesin. Ancak şunu söyleyebilirim ki, bu girişim sonuçları itibariyle Said-i Kürdi’nin üzerinde durduğu Kürt stratejisinin tasfiyesine yol açmıştır. Nursi’nin, Yusuf Ziya Bey’in özellikle Said-i Kürdi’yle birlikte hareket eden Cibranlı Halit Bey gibi önemli aktörlerin tutuklanması bu olayla ilişkilendirilmiştir. Olayda stratejik bir karışıklık veya rol çalma ihtimali bulunmakla beraber devlet merkezli bir manipülasyon da göz ardı edilmemelidir.
Beytüşşebab sonrası yaşanan gelişmeler devam ederken Said-i Kürdi Van’a ulaşmıştır. Van’a ulaştığını Dahiliye Nezaretine bildiren Van Vali Vekili, Said-i Kürdi’nin sıkı bir takibe alındığını belirtir. İzlendiğini fark eden Nursi sahadaki aktivitesini düşürmüştür.
O zaman Beytüşşebap onun için bir tür milat oldu diyebilir miyiz?
Evet öyle. Olay sonrasına denk düşen bir Said-i Kürdi sessizliğinden bahsedebiliriz. Kanaatimce burada onu endişeye sevk eden şey, ilişkilerin bu kadar kolay deşifre edilmiş olması ve olayın devlet tarafından manipüle edilmiş olma ihtimalidir.
İsyanın arifesinde Halit Bey ve Yusuf Ziya gibi ki bu kişiler tutuklanıyor ve kısa bir süre sonra da idam ediliyorlar. Bu süreç içerisinde Bediüzzaman Van’a çekiliyor. Bu çerçevede düşündüğümüzde Bediüzzaman’a niye müdahale edilmiyor? Neden bir Halit Bey, Yusuf Ziya gibi olmasa da en azından gözaltı, hapis ya da sürgün edilmiyor hemen?
Aslında diğerlerinin yaşadığı akıbetin aynısı onu da beklemektedir. Van’a yerleştikten sonra Dahiliye Nezareti ve Bitlis Valiliğinin, Van valiliğine Bediüzzaman’ı tutuklama yönünde talimatlar gönderdiğini biliyoruz. Buna dair belgeler var elimizde. Fakat bu talimatlar ulaştığında Van valisi meseleye yönelik farklı bir yaklaşım sergiliyor. Van Vali vekili Süleyman Sabri’nin Emniyet Genel Müdürlüğüne yazdığı 22 mart 1924 tarihli bir yazı tutuklanmasının ertelenmesine yol açmıştır. Vali vekili Bitlis’te toplanan Said-i Kürdi dosyasının her ne kadar derhal tutuklanmasını gerektirdiğini söylese de Van şartlarının şimdilik müdahaleye uygun olmadığını belirtir. Olayın bizzat takipçisi olacağını, idare aleyhinde en ufak bir hareketi görüldüğünde ceza-yı sezasının hemen verileceğini söyler.
Olaya farklı açılardan açıklama getirmek mümkün. Burada Van ve Bediüzzaman özelinde ortaya çıkan hassas bir dengeden bahsedebiliriz. Bediüzzaman, Van Eşrafı tarafından korunmaya çalışılmıştır. Eşrafın vali üzerinde etkisi olduğu açık. Ayrıca Van Vali vekilinin Kürtler üzerine yazdığı kitap onun sosyolojiye uygun davranma refleksini öne çıkarmıştır denilebilir. Seyyid Abdulkadir’in tutuklanmasında da, Şeyh Said’in bu hengamede yaşanan sorgulamasında da benzer hassasiyetler gözetilmiştir. İstanbul’daki evinden alınarak Diyarbakır Divan-ı Harbe sevk edilen Seyyid Abdulkadir ve oğlunun durumu gizli tutulmuş ve durumdan, Hakkari-Van bölgesinin haberdar olmamasına dikkat edilmiştir. Bu tip uygulamalar biriken gerginliğin kontrolü amacıyla devreye sokulmuş geçici devletsel önlemler olduğu kadar, Kürdistan sosyolojisinde ulema ve meşayihin konumuna uygun davranmanın dayattığı bir durum olarak da yorumlanabilir. Aşiret reisi bile olsa neticede resmi hüviyetleri olan Halit bey gibi zatlara müdahale ile ulema ve meşayihten birine müdahalenin halk nezdindeki etkisi geçici de olsa hesaba katılmıştır, denilebilir.
Şeyh Said başkaldırısı başladığında Said-i Kürdi ne yapıyordu? Herhangi bir müdahilliği oldu mu?
Şeyh Said olayları patlak verdiğinde, Said-i Kürdi yoğun bir devlet gözetimi altındadır. Bu takibatın olayların başlangıcından bir yıl öncesine uzandığı bilinmektedir. Devlet içi yazışmalar özellikle Cibranlı Halit beylerin tutuklanmasından sonra, Said-i Kürdi’ye yönelik tartışmaların yoğunlaştığını gösterir. İmha, divan-ı harbe sevk veya tutuklanmasının bir süre daha geciktirilip izlenmeye devam edilmesi seçenekleri üzerinde duruluyordu. Şüpheli herhangi bir hareketi görüldüğünde ağır biçimde cezalandırılacağı konusu arşiv belgelerinde geçmektedir. Doğrusu Said-i Kürdi de doğrudan müdahaleyi gerektirecek herhangi bir davranış içine girmemiştir. Said-i Kürdi’nin, Şeyh Said’le gerek dini gerek ulusal kaygılar açısından sisteme karşı aynı çizgide buluştuğunu söyleyebiliriz. Lakin bu durum iki Said’in aynı stratejiye göre hareket ettiği anlamına gelmez. Said-i Kürdi güç dengesi sebebiyle herhangi bir şiddet girişimini öncelemez. Mevcut şartlarda ortaya çıkacak girişimlerin cüzi ve neticesiz kalacağı kanaatindedir. Onun daha çok üzerinde durduğu seçenek, Kürtlerin politik iradesini kollektifleştirme ve bu suretle milli mevcudiyetlerini korumadır. Ortaya çıkacak örgütlü irade Kürtlerin meşru iradesini temsil edecek; gerek Musul meselesinde gerek ortaklık devam edecekse bunun şartlarının yeniden görüşülmesinde ve özellikle din aleyhinde alınan kararların red edilmesinde önemli roller üstlenecektir. Beytüşşebap sonrası gelişmelerin bu seçeneği zayıflattığını ve akabinde Nursi’nin sessizleştiğini görmek mümkün. Kanımca Said-i Kürdi hassaslığını en iyi özetleyen anekdot Bingöl’deki istişareler esnasında Tayyib Ali Bey’in -kimilerine göre bu isim Şeyh Kasım’dır- dile getirdiği kaygılarla özdeşleştirilebilir. Şeyh Said yakınlarının sert tepkisine neden olan ifade şöyledir. “Efendi pirpir ma hay ça?” (Efendi apoletlerimiz nerde?) Said-i Kürdi, Kürt sosyolojisinin kırılgan yapısına vakıf ve gerekli araçlar olmadan etkili ve sonuç alıcı bir siyasetin inşa edilemeyeceğinin farkındadır.
Peki Şeyh Said’le mektuplaştığına dair rivayetlere ne dersiniz? Nurcu kaynaklarda bu tarz beyanlar var. İsyanın başlangıcı ve Şeyh Said’le yazışmaları konusunda neler paylaşacaksınız, bu anlatıların gerçeklik payı nedir?
Bu konu Nurculuk tarihinin en spekülatif konularındandır. Böyle bir mektubun varlığına dair geçerli hiçbir kanıt yoktur. Ne Bediüzzamanın yargılandığı Şeyh Said’le alakalı sorgu dosyasında, ne de Şeyh Said’in yakınlarının ifadeleri arasında böyle bir olaydan bahsedilir.
Evet Bediüzzaman’ın Ankara’dan direkt Van’a geçtiğini, sürgün tarihine kadar mağarada yaşadığını ve mağaradayken kendisine mektup getirildiğini söyleyen bir hikaye var. Gerçeklikten bir hayli kopuk olan bu anlatı Nurcu dokümantasyon arasında maalesef kendine itibarlı bir yer de bulmuştur. Mektup iddiasında bulunanların en önemli referansı büyük Tarihçe’de geçen anlatıdır. Bu bilgi Bediüzzamana veya herhangi bir kaynağa dayanmaz. Aksine Bediüzzaman’da bu hikayeyle çelişen birçok anekdot yakalamak mümkündür. Mektup Bitlis hadisesine dair Nursi tarafından aktarılan ifadeler deforme edilerek başka bir tarihsel bağlam için yeniden türetilmiştir. Bu dezenformasyon özellikle Nursi sonrası Nurculuğun anti-Kürt sisteme göre şekillenmesinde etkili olmuş ve maalesef Teşkilat-ı Mahsusa gibi uydurma bilgilerle birlikte bu tarz türetilmiş Nursi imajları, bazı Kürt mahallelerince de satın alınmıştır. Kaynaklar incelendiğinde ne Said-i Kürdiye çizilen rota ne de mağaraya çekilme süreci bu anlatıyı doğrulamamaktadır. Şefkat Tokatları adlı risalesinde mağaraya gitme tarihinin Şeyh Said olaylarından sonra olduğunu açıkça söyler. Buna göre mektuplaşmanın mağarada gerçekleştiğini belirten Tarihçe-i Hayat’taki anlatı gerçek dışıdır. Enformasyon mimarlarının kapayamadığı en bariz açık Said-i Kürdi’nin mağaraya çekilme tarihi hakkındaki yanılgılarıdır. Bu tarih iddiada yer aldığı gibi olayın başları değil, arda arda gelen idamlardan sonradır. Emareler bize bu tarihin 1925 Haziranı veya Kasım sonları olabileceğini gösteriyor. Yani ayaklanmanın bastırıldığı Nisan 1925’ten iki veya altı ay sonra.
İdamlar sonrası ortaya çıkan ve bilhassa kendisini hedef alan tahakküm koşulları, bir müddet sonra gerilimi arttıran şapka kanununun devreye sokulması gibi nedenler Bediüzzaman’da sınır dışına çıkma niyeti doğurmuştur. Gitmeyi düşündüğü yer İran. Hatta bu noktada yakın çevresinin telkinlerde bulunduğunu, kardeşi Abdulmecid’in karşı olmasına rağmen kendisinin bu fikre sıcak baktığını söyler. Böylesi bir hengamede mağaraya çekilmiştir.
Klasik Nurcu biyografilerinin mitolojik bir hale büründürerek anlattığı bir mesele de Kör Hüseyin Paşa’yla Bediüzzaman arasında geçen diyalogdur biliyorsunuz. Çok speküle ediliyor. Bu konuda konuşan herkesin muhakkak bir şekilde yüzleşmek zorunda kaldığı bir hikaye gibi görülüyor. Çok kişi yazdı, çizdi, bunun gerçekliğine dair siz ne söylemek istersiniz?
Kör Hüseyin Paşa ile Bediüzzaman görüşmesinin tek kaynağı Molla Hamit’tir. O da görüşmenin Erek mağarasında gerçekleştiğini ve konunun Şeyh Said hareketiyle alakalı olmadığını söyler. Zaten görüşmenin Erek’te olduğunu söylemek konunun başka bir periyoda ait olduğunu baştan kabul etmek demektir. Erek mağarasına sığınma şartlarına dönüp baktığımızda Kör Hüseyin Paşa’nın ziyareti esnasında dile getirdiği bir kavgaya girişme niyeti tuhaf karşılanabilir. Bence Said Nursi’nin, Hüseyin Paşaya tepkisinin altında bu tuhaflığın izlerini aramak lazım. Sonuçları ortada bir girişime rağmen, en etkili Kürt aktörlerin idamı sonrası oluşan koşullar ortadayken Kör Hüseyin Paşa’nın sıkı tarassud altındaki bir Bediüzzaman’dan herhangi bir şiddet organizasyonuna dair onay almaya çalışması ne anlama gelmektedir? Nursi’nin baş başa görüşme talebini geri çevirip paşanın sorularına bir tefeül önemsizliği içinde cevap vermesi de son derece anlamlıdır.
Mektup ve bu gibi meselelerde Said-i Nursi ile Şeyh Said kategorik bir karşıtlık üzerinden konumlandırılmaya çalışılmaktadır. Etkili dezenformasyona rağmen Nursi’ye ait birçok yazılı ve şifahi ifade, onun Şeyh Said efendi ve diğerleriyle olan şahsi ve manevi hukukunu kayıt altına almaktadır. Neredeyse tevatüre yaklaşan aktarımlarla “ben Şeyh Said’in hayfını onlardan aldım” veya “Şeyh Said ve rüfekası şehittir” veya ‘şeyhleri asan ve kesen adamın meşum gaziliği’ gibi ifadeler kendisine aittir.
Bazen değişik ortamlarda soruluyor. Deniyor ki, Bediüzzaman eğer bu işe dahil olsaydı, başta Haydariler olmak üzere Celaliler, Ertuşiler, Gevdanlar ve Van Hakkari’deki Pencinariler, yani o bölgede isyan hareketine dahil olurdu. İsyan Muş, Bingöl, Erzurum mıntıkasından çıkar, Van üzerinden İran’a bağlanırdı. Biraz daha stratejik derinlik itibariyle başarı şansı artardı diye bir görüş de var. Siz buna katılmıyor musunuz?
Pek o kanaatte değilim doğrusu. Öncelikle bahsi geçen aşiretlerin duydukları hürmetin ona böylesi bir otorite bahşettiğini düşünmüyorum. İçinde bulunduğu sıkı tarassut koşulları böyle bir girişim halinde yeni bir Şeyh Said’ten ziyade Cibranlı Halit durumu doğurmaya daha yakındı. Kaldı ki zaten müdahil olduğu bir Kürt stratejisinin aylar önce çelişkiler ve ifşa sebebiyle çöktüğü bir Said-i Kürdi var ortada. Bediüzzaman bir Kürt lider ve aydın olarak bu sosyolojinin tüm kırılganlıklarını bilen ve üzerine kitaplar yazmış bir isim. Kürtlere kazanım sağlayacak böylesi bir stratejik derinliğin pratize edilebilme koşullarının olmadığını görüyordu kanımca.
Şöyle bir sorun çıkıyor ortaya. Genel Nurcu anlatımının dışına çıktınız. Nurcu anlatımının merkez hikayesi şu: Bediüzzaman zaten müsbet hareket taraftarı. İstese de bu işe bu şekilde dahil olmazdı, kılıç çekmezdi demeye getiriyorlar. Ama sizin anlattığınız hikaye biraz değişik. Siz diyorsunuz ki: Erzurum’dan çıktıktan sonra ortam değişmeye başladı. Ortam sabote olmaya başladı. Devletin lütuf olarak değerlendirdiği Beytüşşebap olayı oldu ve Bediüzzaman kafasındaki hareket noktası ve hareket kabiliyeti giderek körelmeye başladı ve o zaman artık bu işin dışında kaldı. Yani işin merkezinde teorik bir yorumlama değil de pratik bir duruş varmış gibi bir okuma gördüm sizde.
Kürdün elindeki kılıçları toplatan bir Bediüzzaman figürü türetmeye odaklı Nurcu anlatı elbette bu kontekse işaret etmez. Bu mecra maalesef Nursi’yi anti-Kürt kahramanlık hikayelerine dahil etmek ister. Kılıç sembolü üzerinden konuşmaya devam edecek olursak niyetinde kılıç çekmek olmasa da Kürtleri öznesi oldukları bir kalem ve kılıç kategorisi içine yerleştirmeye ve bunun diplomasisini yürütecek bir iradeyi örgütlemeye azmettiği muhakkak.
Güç dengelerinin teorik nüansları kendi vakıasına nasıl yansıtacağını tahmin etmek zor olsa da bazı teorik ve stratejik detaylarda bir farklılaşmadan bahsedilebilir. Ancak her iki yaklaşımın da Kürtlerin yeni sisteme entegrasyonunu red eden ve rıza imalatına karşı çıkan bir mahiyette olduğunu belirtmek gerekir. Evet, Said Nursi sosyolojik yetersizliklerin ve güç dengelerinin fazlasıyla farkındadır. Kürt ve Kürdistan’ın yok sayıldığını ilan eden 1924 anayasasıyla birlikte meclisten hala umutlu Kürtler bile bir yol ayırımına geldiklerinin farkına varmıştır. Ancak bu mevcut konjönktürde nasıl bir yola gireceklerine dair üzerine uzlaştıkları bir fikir olduğu anlamına gelmemektedir.
Said Nursi’nin sürgün gerekçesini açıklayan resmi belgeler bize ne söylemektedir?
Ayaklanmanın bastırılması ve ardından gelen idamlar zaten Lozan’da bir hayli sorun çıkaran Kürtlüğün tamamen bitirilmesi için Türk ulus-devletçilerince iyi bir fırsat olarak görülmüştür. Bu meyanda devreye sokulan Şark Islahat Planı, Nursi’nin tespitiyle yeni bir kolonileştirme siyasetinin resmi ilanıdır. Plan gereğince halk sürgün ve asimilasyon politikalarıyla Türkleştirilecek ve Ankara’nın mütegallibe şahıslar diye nitelediği Kürt ileri gelenleri aileleriyle birlikte batıya nakledilecektir. Said Kürdi ismi böyle bir planın hedefindeki en ideal profil olsa gerek.
Nursi 1926 başlarında, Erek Dağ’ına düzenlenen bir operasyonla esir edilmiştir. Birçok resmi belge Nursi’nin sürgün gerekçesini Şeyh Said hadisesiyle alakalandırmaktadır. Ancak bu sürece ilişkin ortada herhangi bir açıklama yoktur. Onu olağan şüpheli hale getiren durum daha ziyade Seyyid Abdulkadir’le ilişkilidir. İstanbul’da evine yapılan baskınla tutuklanan ve gizlice Diyarbakır’a getirilen Seyyid Abdulkadir, Mart 1925’de yargılanıp idam edilmiştir. Said-i Kürdi ismi bu yargılamalar esnasında Kürdistan Teali Cemiyeti ve özellikle İstanbul’da yürütülen siyasi faaliyetler sebebiyle mahkeme kayıtlarına düşer.
Zaten Said-i Kürdi’nin ele geçirilmesinden sonra İstanbul’a götürülüp yargılanması doğrudan Seyyid Abdulkadir’le alakalı bir sorgulamaya tabi tutulduğu anlamına gelmektedir. İstanbul’daki yargılamalardan sonra 46 kişiyle birlikte Burdur’a sürgün edilir. Seyyid Abdulkadir sorgulamalarında, Said Kürdi ismi cemiyetin kurucu listesinde geçen, İstanbul’da yabancı delegasyonla yapılan görüşmelerde yer alan ve Kürdistan Teali Cemiyeti ile Hürriyet ve İtilaf arasında imzalanan muhtariyet antlaşmasının imzacılarından biri olarak tespit edilir.
Şimdi Ankara’dan Van’a kadar ki o süreçte Bediüzzaman’la ilgili anlattığınız şeyleri göz önünde bulundurarak, ki o kısa sürede çok şey yaşanıyor hem kendisiyle ilgili hem de Kürtlerle ilgili. Bediüzzaman’ın kafasında bu süreçlerde bir Kürt alim olarak, bir Kürt düşünür olarak nasıl bir milliyetçilik anlayışı vardı, ona göre bir alim, bir lider, bir düşünür, bir entelektüel kendi ulusu için ne yapmalıydı?
Aslında Nursi gibi modern milliyetçilik fikirleri üzerine düşünmüş ve onu kavramsal düzlemde tartışmış ve yazmış çok az ulema vardır. Bu oran Kürt ulema ve entelektüelinde daha düşüktür. Bir medreseli olarak modern düşünce ve kavramlar hakkında derin analizler yapmıştır. Sosyolojik, dini, siyasi süzgeçler kullanarak yeni çerçeveler oluşturmuştur birçok konuda. Bediüzzaman, modern ulus fikrinin toplumların dizayn edilmesinde bir katalizör görevi üstlenmesine karşı çıkmaz. Her milletin siyasi kültürel tüm unsurlarıyla mevcudiyetini inşa ettiği bir çağda Kürtlere düşen vazifenin de kendi ulusal varlıklarını ikame ederek gasp ve garetten kurtulmak olduğunu yüksek sesle ilan eder. Münazarat bir yandan kendi koşullarını bu ruha göre düzenleyen bir metinken diğer yandan bu deneyimi teorize ederek geleceğe taşıyan bir metindir.
İster Ermeni ister Türk olsun bir arada yaşama için öne sürdüğü siyasi modeller ise milliyetlerin birbirlerine karşı tahakküm ve sömürü ilişkisi geliştirmesine izin vermez. İslam toplumları için ileri sürdüğü sistem fabrika çarkları alegorisiyle açıkladığı konfederal bir sistemdir. Mesela muhtariyet, adem-î merkeziyet ve merkezi parlamenter sistem tartışmalarına dahil olma şekline baktığımızda hep bununla karşılaşıyoruz. İkinci meşrutiyetin ilanından sonra yaptığı değerlendirmeler örnek verilebilir. Konjönktürel olarak meşruti sistemi doğru bulsa da siyasal ve toplumsal eşitsizlikler giderilip tüm milletler politik yetkinliğe kavuştuktan sonra bir adem-i merkeziyetin daha güzel bir fikir olacağı kanaatini paylaşır. Almanlar gibi seviye-i irfan bir olmadan uygulanacak bir adem-i merkeziyenin dezavantajlı uluslar doğuracağını, Kürt-Ermeni çelişkilerine derman olmayacağını söyler.
Bediüzzaman Kürtlerin öyle veya böyle kendilerini yönetme haklarını, milli ve manevi bütün değerleriyle varlıklarını her fırsatta gündemleştiren bir alimdir. Uluslararası politikalar, güç dengeleri, bireysel koşulları onun hangi aşamada nasıl davrandığıyla ilgili farklı hikayeleri karşımıza çıkarabilir.
Bir alim olarak kendi ulusu için duyduğu sorumluluk peygamberi bir modeli esas alır. Kutsal metinlerin tümünde öne çıkan Musa Resul kıssası, onun okumasında biraz da Kürt aliminin kıssası olarak meallendirilir. ‘Kavmini karanlıktan nura çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat’ uyarısı bir alim ve mürşid olarak ona şunları remz eder: ‘halkını esaretten kurtar ve sömürgecinin soykırım mekaniğini ifşa et.’
Kaynak: Kürt Araştırmaları Dergisi
Röportaj / Ekrem Malbat