YAKUP EMRAH
Postmodern çağ, anlamın dağıldığı, boşluğun büyüdüğü, düşünsel kaosun derinleştiği çağın adıdır. İdealler, değerler ve anlamın kendisi, parçalara ayrılmış ve neredeyse içi boş birer simge haline getirilmiştir. Asında kavramlar öldürülmüştür. Hakikat, anlam, özgürlük, direniş, bilinç, fedakarlık, din, varlık, bilgi, siyaset, ahlak, aşk, adalet, varoluş ve daha binlerce kavram mumyalanmıştır. Tarih onlara ruh verecek peygamber-i kişiliğe sahip aydınları beklemektedir. Bu anlamıyla İsa Mesih’in rolünü üstlenip mumyalanmış kavramlara ruh üflemek mucizevi bir hakikate dönüşecektir. Bu noktada İsa Peygamberin Hristiyan ve İslam teolojisinde isimlerinin Kelimetullah ve Ruhullah olması da büyük sembolik bir anlam ifade etmektedir.
Pozitivist relativizm ile sadece peygamber-i bir misyon, tarihsel sorumluluk almış aydın bir çehre, çağın vicdanına korkusuz haykıracak bilge bir kadro ile hesaplaşabiliriz. Bu felsefi pozisyonun (relativizm) temelinde, bir anlamda insanın bilgi ve gerçeklik ile kurduğu ilişkinin bizzat sorgulanması yatmaktadır. Postmodernist düşünürler, bilginin ve gerçekliğin, özne ile nesne arasındaki bu ilişkinin sabit bir bağlamı olmadığını; aksine, tarihsel, kültürel ve dilsel oyunların bir ürünü olarak görülebileceğini öne sürmektedirler. Gerçeklik artık öznel bir inşadır ve her özne, kendi gerçekliğini, dilin ve kültürel yapının sınırları içinde kurar. Herkesin hakikati, anlamı, özgürlüğü, bilinci farklıdır. Aslında bu tarihin en sarsıcı çöküşüydü ve bu çöküş, yalnızca epistemolojik bir değişim değil, aynı zamanda toplumsal ve ahlaki bir kırılmayı yaratmıştı. Evrensel bir ahlakın var olmadığı, değerlerin toplumsal, kültürel ve tarihsel bağlamlar içinde değişken olduğu savunusu en başat çöküştü. Zira, herhangi bir ahlaki hakikatin evrensel olmadığı bir dünyada, adalet, eşitlik, anlam gibi kavramları nasıl diriltmek mümkündür?
Post-Modernizmin enkazı altında kalan anlam ve hakikati diriltmek şizofrenik yaraların iyileşmesi adına tarihsel bir rol olacaktır. Bu enkazın altında kalan tarihin en mazlum şehidi özgürlüktür. Post-modernizm, özgürlük kavramını ele alırken, bu köklü felsefi ve ahlaki bağlamlardan kopararak bireysel arzuların tatmini ve mutlak görecelik üzerine kurulu bir anlayışa yönelmiştir. Artık özgürlük, bireyin istediğini yapma, her türlü sınırı reddetme ve hakikatle ilişkisini koparma yetisi olarak tanımlanmaktadır. Bu durum, özgürlüğü, erdemli yaşamın bir yolu değil, yalnızca keyfiyet ve tatminin bir aracı haline getirmiştir. Birey, bir yandan özgürlük maskesi altında sınırsız bir tercih yapma yetkisiyle kutsanırken, diğer yandan bu sınırsızlık insanlığı derin bir anlamsızlık, yalnızlık ve boşluk içinde bırakmıştır. Özgürlük artık bir kurtuluş yolu değil, tersine insanın kendini tükettiği bir hapishane haline gelmiştir.
Tarihin hiçbir anında özgürlük bu kadar kirletilmemişti. Antik Yunan felsefesinde, özgürlük, bireyin kendi kendini yönetme ve kaderine hâkim olma yetisiyle doğrudan ilişkilendirilmiştir. Sokrates, özgürlüğü bilgelik ve ahlakla ilişkilendirirken, Platon ise bireyin özgürlüğünün en yüksek düzeyde gerçekleşmesi için akıl ve erdemin yönlendirilmesi gerektiğini savunur. Aristoteles de özgürlüğü insanın doğasında bulunan rasyonalite ile bağdaştırır ve yalnızca akıl yürüten varlıkların özgür olabileceğini öne sürer.
- Sponsorlarımız -
Özgürlük, Spinoza‘nın düşünce sisteminde, insanın kendi doğasının zorunluluğunu tam bir farkındalıkla kavrayıp buna uygun olarak hareket etmesidir. Bu, insanın kendisine dayatılan dışsal koşullara teslimiyet değil, bilakis doğasının gerekliliklerini tanıması ve bu tanımaya uygun bir eylem biçimi geliştirmesi anlamına gelir. Gerçekten özgür olan birey, her şeyin tanrısal doğadan, zorunlu bir nedensellik ilişkisi içinde, kaçınılmaz olarak türediğini bilerek yaşar. Özgür insan, nefretin yıkıcı etkisinden arınmıştır; nefreti sevgiyle dönüştürmeye çalışır. Onun amacı, bir başkasına karşı nefret duymak değil, bilakis herkesin içindeki insani özü ve tanrısal ışığı görebilmektir. Nefreti sevgiyle yenmek, özgür insanın manevi yetkinliğine işaret eder ve bu, sıradan insanın erişebileceği bir durum değildir. Bu insan ne haset, ne kibir, ne de tiksinti gibi yıkıcı duygulara kapılır. Bu duygular, insanı özgürlüğünden alıkoyan zincirlerdir; bilge insan, bu zincirleri kırmayı başarmış olandır. Özgürlük, yalnızca bireysel bir kurtuluş değil, toplumsal bir idealdir; çünkü özgür birey, diğer özgür bireylerin de değerini tanımadan gerçekten özgür olamaz.
Marks’a göre, insanın gerçek özgürlüğü, emek gücünün sömürülmediği, insan ilişkilerinin eşitlik ve dayanışma temelinde kurulduğu bir toplumsal sistemde mümkündür. Bu sistem, bireylerin kendi potansiyellerini gerçekleştirmeleri için gerekli olan koşulları sağlar. Ancak mevcut kapitalist sistemde, bireylerin özgürlüğü çoğu zaman ekonomik çıkarlar tarafından sınırlanmıştır. Bu nedenle, özgürlüğün sağlanması, yalnızca bireysel bir çaba değil, toplumsal bir dönüşüm gerektirir. Özgürlük; alinasyona yani yabancılaşmaya karşı verilen mücadele ile mümkündür.

Postmodernizmin sunduğu özgürlük ise, öznenin içsel dünyasından ziyade, dışsal etkilerle şekillenen bir kimlik inşası sürecine dönüşmektedir. Birey, kendisini sürekli değişen ve kaygan bir gerçeklik içinde bulmaktadır. Bauman’ın ifadesiyle akışkandır. Birey, tüketim nesneleri arasında kaybolmuş, özgürlük ise sadece tüketim tercihleri ile sınırlı hale gelmiştir. Bu bağlamda, özgürlük kavramı, toplumsal ve tarihsel bağlamdan koparılmış, bireyin kendini gerçekleştirme arayışının ötesinde, şeytani bir eyleme dönüşmüştür. Bu anlamıyla post modern birey imajlarla sınırlı bir çerçeveye hapsolmuş insandır.
Post-Modern özgürlük “Çatallanmış Özgürlük”tür. Kadim şeytan tasvirlerinde ve Yunan mitolojisinde Poseidonun elinde olan çatallı bir obje bulunmaktadır. Trident denilen bu objeyi denizler tanrısı olarak öfkelendiğinde yere vurarak denizleri çalkalar, depremler, tsunamiler, deniz fırtınaları yaratır ayrıca yeni adalar da meydana getirebilir.
Post-Modern şeytanın elinde ki tridentin ilk ucu postmodern Otorite, ikinci ucu yarattığı anlamsızlık, üçüncü ucu ise yaydığı belirsizliktir. Post-Modern şeytan artık öfkelenmiş ve tridenti yere vurarak insanları cehenneme davet etmiştir. Yarattığı otorite ile artık bilinçaltını sömürgeye tabi tutmuş bireyin içsel dünyasını dönüştüren ve yeniden şekillendiren bir kolonizasyon sürecini yaratmıştır. Diğer taraftan “Çatallanma” bir yol ayrımına gönderme yapar. Bireyler, farklı özgürlük anlayışları arasında seçim yaparken bir ontolojik yük ile karşı karşıya kalmıştır: Hangi özgürlük? Postmodernizmde bu varoluşsal tercih şeytanın kuyruğu kadar karmaşıktır. Çünkü özgürlüğün kendisi sabit bir anlam taşımaz. Postmodern özgürlük anlayışı, aynı zamanda nihilist tehlikeleri de içinde barındırır. Zira çatallanmış özgürlük, bir anlamda özgürlüğün içeriğini boşaltmıştır. Her şeyin göreceli olduğu, her hakikatin kişisel bir anlatıya dönüştüğü bir dünyada, özgürlüğün anlamı da sonsuz derecede çoğalmış ve bu çoğalma sonucunda özgürlük kendini yok etmiştir.
- Sponsorlarımız-
“Çatallanmış Özgürlük”, postmodern toplumda imgeler, simgeler ve temsil sistemleri tarafından kuşatılmıştır. Bu imgeler, post-modernite tarafından üretildiği için, özgürlük kavramı da bu üretimin bir ürünü haline gelmiştir. Bir imaj, örneğin bir reklamda kullanılan idealize edilmiş özgürlük teması, bireylere belirli bir yaşam tarzının veya tüketim biçiminin özgürlük anlamına geldiği mesajını verebilir. Ancak bu, özgürlüğün saf bir deneyimi değil, manipülatif bir temsilidir. Bireyler bu imgeler arasında seçim yaparken, gerçek özgürlüğe değil, temsil edilen bir özgürlüğe yönelirler. Böylece özgürlük, imajlar arasında çatallanan bir gerçeklik haline gelir. Bu bağlamda, bireyin önündeki özgürlük seçenekleri gerçek tercihlerden ziyade, simgeler ve imgeler tarafından sunulan sahte seçimlerdir. Birey özgür olduğunu düşünürken aslında imgelerin ve simülasyonların yönlendirdiği bir sistemin içinde hareket eder. Bu da özgürlüğün özünün kaybolduğu, yalnızca imgelerin sürekli birbirini çoğalttığı bir boşluğa ve boşluğun tanrısının egemenliğine yol açmıştır.
Trident’i kim kıracak?