“Her çağ kendi içinde moderndir.”
Genelde faşizmi tetikleyen şey ciddi bir ekonomik krizdir ve bu yeterince büyük ölçekte gerçekleşirse bahsi geçen güçler galip gelebilir. Bu yüzden acilen onlara karşı birleşik bir siyasi cephe oluşturmaya ihtiyacımız var ve bunun Marksist olup olmaması beni pek de ilgilendirmiyor.
Burcu Alkan: Benim de çok uzun zamandır okurlarından olduğum, hatta dönem dönem yazılarımla katkıda bulunduğum Notos’tan bu söyleşi önerisi geldiğinde, geç bile kaldım, diye hayıflanmıştım. Aslında Türkiye’ye sıklıkla geldiğin dönemlerde böyle bir sohbeti gerçekleştirebilirmişiz. Ama galiba şimdi ve bu şartlarda olması da biraz hikâyenin parçası. (Söyleşi Türkiye-Almanya-Britanya üçgeninde internet ve posta aracılığıyla gerçekleştirildi.)
Ben de birçok edebiyat öğrencisi gibi seninle tanışmadan ve çalışmadan önce edebiyat eleştirisi üzerine yazdığın kitapları okuyarak yola çıkmıştım. Fakat aslında uzun yıllardır geleneksel anlamda edebiyat eleştirisi diyeceğimiz yönde bir akademik çizgi izlemiyorsun. Hatta kültür teorisi bile biraz geride kalmış görünüyor. Marksizm elbette hep bir izlek olarak mevcut, bundan bahsedeceğiz. Ama sanırım uzun zamandır felsefe ve iman/inanç ekseninde bazı meselelerle meşgulsün. Şöyle bir düşündüğüm zaman aklıma gelen kitapların: Reason, Faith, and Revolution [Akıl, İman ve Devrim], Kötülük Üzerine Bir Deneme, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür, İyimser Olmayan Umut ve en son Radikal Kurban.
Önce bu entelektüel birikim ve dönüşüm hikâyesinden bahsetmek istiyorum. Uzun akademik ve yazarlık yaşamına baktığında bu dönüşüm senin için ne ifade ediyor? Edebiyat eleştirisinin ötesine geçme isteğinden bugün vardığın iman/ideoloji noktasına seni getiren nasıl bir entelektüel süreç? Vardığın noktadan geri dönüp bakınca ne görüyorsun?
- Sponsorlarımız -
Terry Eagleton: Sanırım ben hangi akademik alana dahil olduğumu anlamaya çalışmaktan vazgeçtim. Edebiyat eleştirmeni olarak yetiştim ve resmi olarak alanım hâlâ bu ama edebiyat birçok farklı yöne açılıyor ve aslında sınırlarının nerede bittiğine dair kimsenin hiçbir zaman kesin bir fikri olmamıştır. Sanırım edebiyat, siyaset, felsefe, teoloji, kültür teorileri gibi alanların sınırlarında çalışıyorum. Bir keresinde biri beni kitapçıların kâbusu olarak tanımlamıştı. Yani kitaplarımı raflarda nereye koyacaklarını bilemiyorlarmış. Bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum. Uzun zamandır akademik disiplinlerin geleneksel sınırları yıkılmakta. Bazı durumlarda bu, sınırlara ve ayrımlara dair genel postmodern şüphenin (yeri gelmişken buna katılmadığımı belirteyim) bir parçası olarak gerçekleşiyor. En ilginç çalışmaların birçoğu da farklı geleneksel alanlar arasındaki çatlaklarda yapılıyor. Mesela arkadaşım David Harvey’nin çalışmalarıyla, başka bir sürü şey dururken, coğrafyanın siyaset, kültür, ekonomi ve ekoloji arasında bir buluşma noktası olacağını kim düşünürdü!
Marksist eleştiri şüphesiz 1970’lerde sahip olduğu popülerliği yitirdi.
Felsefe ve teoloji her zaman ilgimi çekmiştir, kısmen Katolik geçmişimden dolayı. Katoliklik insana sistematik ve analitik düşünceden korkmamayı öğretir, başka bir deyişle orta sınıf bir liberal olmamayı. Neyse, Britanya’da çoğu Katolik, benim gibi, İrlanda göçmeni işçi sınıfından gelir ve bu yüzden büyük ihtimalle soldadır. Şüphesiz bu türden daha “metafizik” konular çalışmalarımda öne çıkıyor. Ama başka sol entelektüellerin çalışmalarında da bu böyle: Žižek, Badiou, Habermas ve diğerleri. Yaşım ilerledikçe edebiyat eleştirisinden daha geniş ve derin konular daha fazla ilgimi çeker hale geldi. (Yakın zamanda ölüm üzerine bir kitap yazdım mesela, Milan Kundera’dan ya da Martin Amis’ten bir miktar daha önemli bir konu.) Teolojiye yönelmemin bir sürü nedeni var. Bunlardan biri siyasal solun gücünün azalmış olması. Solun, yükselişteyken siyaset dışında başka bir şey düşünmeye fırsatı olmaz. Köşeye sıkıştığındaysa siyasetin sınırlarını tanıma, her şey olmadığı gerçeğini görme ve biraz etrafından dolaşma imkânı bulur. Bu açıdan siyasi gerilemelerin entelektüel kazanımları vardır.
Entelektüel kariyerime baktığımda dikkatimi çeken şey tutarlılığı (bunu kendimi övmek için söylemiyorum, tutarlılık her zaman bir erdem değildir çünkü). Şu anda inandığım şey on beş yaşındayken inandığım şeyle hemen hemen aynı. O yaştayken makinist ya da rock yıldızı değil, solcu bir entelektüel olmak istediğimi biliyordum. Yani teorik yaklaşımımdaki tüm değişimler boyunca çalışmalarımın ana istikametinin sabit kaldığını düşünüyorum. Ama bu kısmen, içinde yaşadığımız sistemin de, tüm farklı dönüşümlerine rağmen, gayet sabit kalmış olmasından kaynaklanıyor.
BA: Bir romanın ve oyunların var. Yeniden kurgu metinler yazmayı düşündün mü?
- Sponsorlarımız-
TE: Geçen yıl Trump hakkında bir roman yazmıştım. New York’taki ajansımı arayıp bahsettiğimde, “Şu anda masamda Trump hakkında dört roman var,” dedi. Ben de çöpe attım. Çok iyi de değildi zaten. Yeniden sahne için yazabilirim, gerçi bir oyun çıkarmak çok pahalı. Bir bakıma, ortaklaşa bir iş çıkarıldığı için tiyatroda çalışmayı seviyorum, bilimsel laboratuvarla eşdeğer. Bir de, oyuncular yazarı pek önemsemiyor, onlar için önemli olan yönetmen. Yani insanı mütevazılaştıran bir deneyim. İçimde her zaman bir aktör vardı ve açıkçası akademisyen olmasaydım oyuncu olmak isterdim. (Cambridge’de öğrenciyken kesinlikle akademisyen olmak gibi bir niyetim yoktu.) Ders anlatırken iki zanaat arasında pek fark yok. Derslerimin birer performans olmasını seviyorum. Birçok Amerikalı akademisyenin yaptığı gibi, sadece kâğıttan yüksek sesle okumak ya da sanki o sırada Bulgarcadan çeviriyormuş gibi okumak bana göre değil. Gençken bir sürü amatör oyunculuk deneyimim oldu ve bir açıdan aslında hiç bırakmadım.
Hakiki edebiyat eleştirisini ideolojinin eleştirisi olarak görüyorum, bir örneği olarak değil. Estetik ise eleştirinin sorgulaması gereken bir kavram, öylece sahipleneceği değil.
BA: Edebiyat üstüne de, özellikle Marksist eleştiri bağlamında, yazmaya devam ediyorsun. Benim bugün Avrupa ve Amerika’daki akademik çalışmalarda gördüğüm, Marksist edebiyat eleştirisinin eski etkinliğini yitirdiği. Günümüzde Marksist edebiyat eleştirisinin yeri nedir, ne olmalıdır?
TE: Marksist eleştiri şüphesiz 1970’lerde sahip olduğu popülerliği yitirdi. Bu büyük ölçüde değişen siyasi durumdan dolayı. 60’ların sonunda ve 70’lerde sol bazı siyasi ilerlemeler kaydediyordu, gelişmekte olan, canlı bir sol kültür vardı ve Marksist teori ya da eleştiri o şartların içinde anlamlıydı. Şu andaysa kimlik siyaseti tarafından çoğunlukla yerinden edilmiş durumda. Benim bu harekete dair tereddütlerim var. Büyük bir kısmı gayet rahatlıkla küresel kapitalizmin çerçevesine oturabiliyor.
- Advertisement -
Semih Gümüş: Eleştiriyi ideolojinin estetik alanı içinde görüyorsunuz. Oysa eleştirinin bugün ulaştığı düzeyde bunu savunmak zor. İdeolojinin yalnızca bir anlayış biçimine, belli bir tür bakış açısına ait olduğunu belirtmek zorundayız. Demek ki ideolojinin estetik alanı içinde bütün yazınsal yapıtlar çarpıtılmak zorunda kalır. Sonunda metnin yazınsal gerçekliğini anlamak da olanaksızlaşmaz mı? Eleştirinin metnin bir metaforu olduğunu da söylüyorsunuz. Bunu biraz açıklar mısınız?
TE: Hakiki edebiyat eleştirisini ideolojinin eleştirisi olarak görüyorum, bir örneği olarak değil. Estetik ise eleştirinin sorgulaması gereken bir kavram, öylece sahipleneceği değil. Eleştirinin metnin bir metaforu olduğunu söylerken bunu olumlu anlamda kastettiğimi sanmıyorum. Ortodoks eleştirinin metni sadece başka bir üslupla yeniden yazmaya eğilimli olduğunu, onun bir meta-diline dönüştüğünü, oysa Marksist eleştirinin metnin ideolojik köklerini, üretiminin maddi koşullarını vs. analiz etmesi gerektiğini, ve böylece, metni onun kendini bilemeyeceği gibi bilmesini kastetmiştim.
Marksizm üzerine…
BA: Marksizm, üzerine düşünmeye ve yazmaya devam ettiğin bir konu. Elbette şartlar 60’lar ve 70’ler ile aynı değil. Dahası son dönemlerde de başka türlü yıkıcı bir süreç işliyor. Trump’ın Amerika’sı, Brexit İngiltere’si, Avrupa’da yeniden alevlenen ırkçılık ve elbette Ortadoğu’nun bitmeyen yangını… Marksizmin bugünün çetrefil hallerine hâlâ söyleyecek bir şeyleri var mı? Günümüz küresel krizine bir program sunabilir mi?
TE: En büyük tehlike, Avrupa’da ve başka yerlerde tam anlamıyla palazlanmış bir faşizmin ortaya çıkmış olması. Bu oluşuma yardım etmiş güçler bir araya toplanıyor ve kuvvetleniyor. Genelde faşizmi tetikleyen şey ciddi bir ekonomik krizdir ve bu yeterince büyük ölçekte gerçekleşirse bahsi geçen güçler galip gelebilir. Bu yüzden acilen onlara karşı birleşik bir siyasi cephe oluşturmaya ihtiyacımız var ve bunun Marksist olup olmaması beni pek de ilgilendirmiyor. Marksist olmayan, takdire değer birçok sol akım var.
Marksizm, popülist milliyetçiliğin küresel şirket kapitalizmiyle zıtlaştığı vaziyetin topyekûn bir izahını sunabilir. Bu iki taraftan herhangi birine arka çıkmak yerine, Marksizm ikisinin de aynı madalyonun iki yüzü –duraksamış ya da donmuş bir diyalektiğin tarafları– olduğunu idrak etmektedir. Kapitalizm yoksulluk, eşitsizlik, işsizlik vesairenin etrafındaki hoşnutsuzluğu üretip besliyor. Popülizm ise nedenlerini yanlış yerlerde göstererek bu hoşnutsuzluğu kendi avantajına çevirmeyi amaçlıyor: bizi mahvedenler her yıl Davos’ta buluşanlar değil, göçmenler (ya da Yahudiler, ya da eşcinseller, ya da dönemin moda günah keçisi her kimse). Evi havaalanlarının VIP Lounge’ları olan her bir köksüz, ulussuz CEO’ya karşılık, ulusun kutsal ve düşmanın dağların öte yanındaki barbarlar sürüsü olduğunu düşünen birileri var. Kapitalizm küresel olanla yerel olanı aynı yere oturtmak istiyor ama şu anda öldüresiye hasımlar. Bazı insanların kimliği çok az (ağırlıkla Batılı postmodernistler), bazılarınınsa çok fazla (yobazlar ve bağnazlar). Adorno’dan alıntıyla, yekpare bir özgürlüğün iki yarısını oluşturuyorlar ama bir bütün olamıyorlar.
SG: Marksizmin kendini ister istemez dogmalarla dışavuran dalgalarından yorulmuş pek çok yeni Marksist özellikle 1990’lardan sonra kendini yenilemeye çalıştı. Siz aynı yıllardan sonra Marksizmle ilişkinizi gözden geçirirken önce hangi sorunlar üstüne düşündünüz? 1990’ların çözülme ve dogmalardan uzaklaşma yıllarında gelecek hayallerinin artık büsbütün yıkıldığını düşündünüz mü?
TE: 1990’ları Marksizm için özellikle bir yenilenme zamanı olarak görmüyorum. Aksine sert bir düşüştü. Ama dürüst olmak gerekirse, insanların Marksist olup olmadıklarını çok da umursamıyorum. Marksizm esasen bir üretim şeklinin başka bir üretim şekline nasıl dönüştüğünün oldukça teknik tarihsel bir teorisi. Marksizme özgü olan şey bu; diğer doktrinlerinin çoğunu kendilerine Marksist demeyecek sosyalistlerle paylaşıyorlar. Önemli olan Marksizmden çok anti-kapitalizm. Bunun önemli olma nedenlerinden biri, eğer dünya nüfusunun büyük çoğunluğuna kendini göz ardı edilmiş, umutsuz ve aşağılanmış hissettiren bu sistemi yıkamazsak çok korkunç bir intikam alacak olmaları. Bu arada, dogma kavramından kötü anlamıyla bahsediyorsunuz. Ama dogmanın kelime anlamı “öğretilmiş şeyler”dir, illa katılık ya da otoriteryenlik anlamına gelmesi gerekmiyor. Bu, “doktrin” için de geçerli. Farklı etnik kimliğe sahip olanları hor görmemek gerektiği doktrini ne katı ne otoriteryendir. Doktrinden bir öcü yaratmamalı.
Eğer kişi umut yokmuş gibi davranırsa büyük ihtimalle umut olmayacaktır. Ama umut kör bir iyimserlik değildir. Eğer umudun en kötüyü aşmak için bir şansı olacaksa onun ta gözlerinin içine bakabilmelidir, ki yine de aşabileceğinin bir garantisi yoktur. İyimser Olmayan Umut kitabımda ben buna “trajik umut” diyorum ve bence makul olan tek türü bu. Gerçek umut hem uygulanabilir hem gerçekçi olmalıdır. Mick Jagger olmayı dileyebilirsin ama umut edemezsin.
Eğer kişi umut yokmuş gibi davranırsa büyük ihtimalle umut olmayacaktır. Ama umut kör bir iyimserlik değildir. Gerçek umut hem uygulanabilir hem gerçekçi olmalıdır. Mick Jagger olmayı dileyebilirsin ama umut edemezsin.
SG: Raymond Williams’ın biraz eskimiş ya da dogmacı düşünceleriyle de tartıştınız. Peki Marksizme sıkı sıkıya bağlı olanların kendini ne kadar yenileyebildiğini düşünüyorsunuz?
TE: Raymond Williams savaş sonrası Britanya’sının en büyük sosyalist düşünürüydü ve benim de hocam, yoldaşım ve arkadaşımdı. Kelimenin olumsuz anlamıyla dogmaya son derece karşıydı ve ben onun çalışmalarında eskimiş hiçbir şey görmüyorum. Aksine, onun çalışmaları oldukça çorak bir siyasi dönemde bir düşünürün sosyalist düşünceyi neredeyse tek başına nasıl yenilediğinin olağanüstü örneğidir. Marksist olup olmadığının ise, benim görüşüme göre, bir önemi yok.
SG: Bütün dünyada 1960’lardan sonra büyük bir düşünce üretimi gerçekleşmişti. 1990’lardan sonra ise düşünce alanında bir yoksullaşma olduğu söylenebilir mi?
TE: Diyebilirim ki, 1990’lardan beri olan şey, kültür ve kimlik sorunlarının giderek entelektüel sahneye hâkim olduğu. Bunun bazı bariz nedenleri var: kadın hareketinin ve diğer cinsel özgürleşme hareketlerinin büyümesi, farklı halkları küresel boyutlarda birbirine katan büyük göç dalgaları vs. Bunlar ortodoks Marksizmin görmezden geldiği meselelerdi, bu yüzden onlara değinmek Marksizmin derinleşmesi ve zenginleşmesi anlamına geliyor. Ama bir yandan da bu akımlar (ve genel olarak postmodernizm) tarihsel olarak tam da sınıf mücadelesinin donup kaldığı, neo-kapitalizmin farklı işçi hareketlerini paramparça etmekle meşgul olduğu, sömürgeciliğe karşı mücadele döneminin büyük ölçüde sona erdiği ve Batı’nın Soğuk Savaş’ta kesin bir galibiyet elde ettiği anda çıkış yaptıkları için siyasi bir kaymayı da temsil ediyorlar. Bu noktada birçok insan Marksist ya da sosyalist olmayı bıraktı. İnançlarını değiştirdikleri için değil ama kazanamayacaklarını gördükleri için, en azından şu aşamada. Cinsel ve etnik özgürleşme hareketleriyse çok etkileyici bazı kazanımlar kaydetti. Böylece devlet, sınıf çatışması, üretim biçimleri, maddi koşullar vesaireyi içeren söylem yerini kimlik, toplumsal cinsiyet, etnisite, kapsayıcılık, marjinallik, heterojenlik, çoğulculuk vesairenin diline bıraktı. Sorun şu ki, bugün öğrenciler ilkini dışarda bırakacak şekilde ikinci dili konuşuyorlar, halbuki bu ikisinin birbirini kapsamaması için bir neden yok, hatta tarihte çok önemli dönemlerde birbirini dışlamıyorlardı. Bolşevikler cinsel politikalarla alakadardı, Weimar solu da; 1970’lerde bir sürü Marksist feminist vardı ve birçok sömürgecilik karşıtı hareket sadece kimlikten değil sınıftan, devletten ve emperyalizmden de bahsediyordu. Bu iki bakış açısının farklılıklarına dayanıp onları ayrıştırmanın büyük bir kayıp olduğunu düşünüyorum.
Marksizmin nükleer fiziğe ya da bahçeciliğe, Jane Austen’ın Charles Dickens’tan daha iyi olup olmadığına dair söyleyecek bir şeyi yok, olduğunu da iddia etmiyor zaten.
SG: Peki Marksizm hayatın bütün alanlarını açıklayabilecek bir yöntem ve düşünme biçimi olarak alınabilir mi?
TE: Öncelikle Marksizm bir teori değil siyasi pratik. Her karmaşık toplumsal pratik gibi, rehber olarak teoriye ihtiyaç duyar. Ama Marksizmi her şeyden önce bir fikirler bütünü olarak görmek akademik bir yaklaşım. Marksizmi post-yapısalcılık ya da hermeneutik ile aynı kefeye koymak, filozofların tabiriyle, bir kategori hatası. Onlar gerçekten birer fikirler bütünü ve bunun ötesinde iddiaları yok. Mesela, benzer bir şekilde, insan mutsuzluğunun bilimi denebilecek psikanaliz her şeyden önce bir pratiktir (insan mutluluğunun bilimi de etik olarak bilinir). Psikanalizin teorisi pratiğinin başarısına adanmıştır, ki bu başarı kavramsal bilgiye değil aktarıma, yani bir faaliyete ya da etkileşime dayanır.
Ayrıca Marksizm hiçbir zaman genel bir hayat felsefesi olmak için yola çıkmadı. Hatta Marx yaptığının “felsefe” olduğu fikrine ciddi bir kuşkuyla yaklaşırdı herhalde. Felsefeyle arası pek iyi değildi. Marksizm insanlık tarihinin belli bir materyalist okuması. Nükleer fiziğe ya da bahçeciliğe, Jane Austen’ın Charles Dickens’tan daha iyi olup olmadığına ya da yarın kahvaltıda ne yemem gerektiğine dair söyleyecek bir şeyi yok, olduğunu da iddia etmiyor zaten.
Edebiyat meselesi…
SG: Modernizmin İkinci Savaş ertesinde sönümlenmesinden sonra aradan geçen postmodern zamanların ertesinde bugün bir geç-modernizm yaşanabileceğini söyleyebilir miyiz?
BA: Ya da aslında bu zamanlara verilebilecek yeni bir ad mı düşünmeliyiz belki? Modernizm alanında çalışan birçok akademisyen “modern” ile birlikte “modernizm”in ve doğal olarak sonrasının şimdiye kadar kabul görmüş kronolojik anlatılarına karşı çıkıyor ve alternatif, lineer olmayan düşünce biçimlerine ihtiyaç duyulduğunu savunuyor. Yani özetle, bu zamanlar sence nasıl zamanlar?
TE: Postmodernist mi yoksa geç modern bir uygarlıkta mı yaşadığımıza dair bir tartışma dönüyor. Ben bunun terminolojik bir tartışmanın ötesinde bir şey olduğundan emin değilim. Fakat Habermas gibileri postmodern değil geç modern olduğumuzu, çünkü modernitenin bazı ana sorunlarını henüz çözmediğimizi iddia ediyor. Her halükârda elbette farklı moderniteler var ve modernitenin zamanı farklı düzeylerde hareket ediyor. Bazı toplumlar hâlâ pre-modernken bazıları modernitenin zirvesindeydi vs. Postmodernizmle değişen şey “Yeni” olana yönelik modernist bir inanç değil, tarihin tümüyle bir ilerleme ve yenilik masalı olarak nitelenebileceği mefhumunun reddi, çünkü postmodernizm için büyük anlatı, bütün olarak tarih diye bir şey yok. Fakat tam postmodernistler tarihin ölümünü ilan ederken iki uçak Dünya Ticaret Merkezi’ne çarptı ve yepyeni bir büyük anlatı –kapitalizm ve İslamcılık çatışması– ortaya çıktı. Görünen o ki, muhtemelen daha onlarca yıl bizimle beraber olacak. Tarihin ölümü öngörüleri çoğu zaman prematüre oluyor. Hegel tarihin onun zihninde son noktasına eriştiğini düşünüyordu ama fark etmişsinizdir, durum pek öyle değil. Kaldı ki modernite, geç modernite, postmodernite gibi etiketlere neden ihtiyacımız olduğu da her zaman sorgulanabilir. Her çağ kendi içinde moderndir. Kimse çıkıp da, “Bakın biz pre-modernitede yaşıyoruz” demedi. Ortaçağ denen dönemde yaşayan kimse herhangi bir şeyin ortasında olduğunu düşünmüyordu. Kimse, “Yüzünü göremiyor olma nedenim Karanlık Çağlarda yaşıyor oluşumuz” demedi. Hepimiz post-Kopernikçi ve post-Romantik ve post-Darwinciyiz. Bunlara dair düşünmüyor bile olmamız büsbütün öyle olduğumuza işaret ediyor.
Tarihin ölümü öngörüleri çoğu zaman prematüre oluyor.
SG: Avrupa edebiyatının bugününü 19. ve 20. yüzyılların parlak dönemleriyle karşılaştırdığımızda hangi kayıplardan ve kazanımlardan söz edilebilir?
BA: Bu aralar çağdaş metinler arasında seni etkileyenler var mı mesela? Günümüzde iyi edebiyat sana göre nasıl olmalı?
TE: 20. yüzyılın başlarında Japonya’dan Kaliforniya’ya, İskandinavya’dan Güney Afrika’ya dünyayı kasıp kavuran olağanüstü derecede cesur yaratıcı deneyleriyle modernist ânın denginin bir daha çıkmamış olması ilginç bence. O zamanki tarihsel koşullar Sembolizm, Estetizm, Empresyonizm ve Fütürizmden Ekspresyonizm, Dadaizm, Sürrealizm vesaireye büyük sanat eserlerinin yaratımı için bilhassa elverişliydi. Postmodernizmin ürettiği hiçbir şey onunla aşık atamıyor. Nefes kesici bir dönemdi – Birinci Dünya Savaşı yılları civarında doruğa ulaşan ve başka birçok şeyin yanı sıra eski bir uygarlığın çatlayışının ve yenisinin çalkantılı doğuşunun belirtilerini taşıyan, sanatsal kültürün son dev zirvesi. Sanatçıların farklı uluslar ve farklı biçimler arasındaki sınırları aştığı yeni bir uluslararasılık algısı vardı ve tüm bunlar yükselmekte olan faşizm dalgasına rağmen oluyordu, ki sonunda faşizm (Stalinizmle birlikte) onları bastırmayı başardı. 1930’da Mayakovski’nin intihar etmesi modernizmin esaslı bir evresinin sonuna işaret eder. Ama bu tür bir sanat ancak modern hâlâ yeni, cazibeli, heyecanlı ve coşturucuyken mümkün ve bu bizim bezgin dönemimizde söz konusu değil. Postmodernizm için yenilik yoktur, sadece aynı unsurların farklı şekillerde tekrarı vardır. Ama elbette büyük eserler yazılmaya devam ediyor. Herkese çağdaş İngiliz romancı Edward St. Aubyn’in Patrick Melrose romanlarını okumasını tavsiye edebilirim. Tüyler ürpertici (beş yaşındayken babasının tecavüzüne uğramış), inanılmaz derecede komik ve belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yazılmış en nefis nesir örneği.
O zamanki tarihsel koşullar Sembolizm, Estetizm, Empresyonizm ve Fütürizmden Ekspresyonizm, Dadaizm, Sürrealizm vesaireye büyük sanat eserlerinin yaratımı için bilhassa elverişliydi. Postmodernizmin ürettiği hiçbir şey onlarla aşık atamıyor.
Son olarak Türkiye…
BA: Önceden arada bir Türkiye’de buluşurduk. En son ziyaretinden beri ülkede çok şey yaşandı. Bunun bir kısmını uluslararası basından, bir kısmını da benim anlattıklarımdan biliyorsun. Akademik özgürlüklerin ne kadar kıymetli olduğunu dünya çapındaki örneklerden de görüyoruz. Bu benim aklıma iki soruyu getiriyor. Birincisi akademik özgürlüklerin bilimsel çalışmalara etkisi nedir? Bazı popülist söylemlere göre sanatçı sanatını yapmalı, akademisyen dersini vermeli… Bu gruplar siyasi meselelere karışmamalı. Sanatın ve bilimin ideolojilerden ayrılamayacağını düşündüğünü biliyorum elbette. Merak ettiğim sence ayrılmaya zorlandığında bunun uzun vadede sonuçları ne olacaktır? Buradaki potansiyel yıkımın, kayıpların boyutları nelerdir?
e bildiğin gibi, dünyanın birçok yerinde de olmakla beraber, özellikle Türkiye’de akademisyenlerin özgürlükleri ve hakları bağlamında ciddi sorunlar yaşanıyor. Bu tür akademik özgürlük tartışmaları ise popülist söylemler nedeniyle ciddi bir karşı-tepki dalgasına maruz kalıyor. İkinci sorum şu: Akademik özgürlük sorunlarının demokrasiye ve insan haklarına dair genel resimdeki yeri nedir? Aradaki ayrışma, çatışma ile nasıl başa çıkılabilir? Aslında, hatırlarsan, bundan on sene önceki (ve entelektüel meselesinin hiç bitmeyen) sorularıma dönüyorum ben: Aydın-halk (ve bu terimlerin türevleri) ilişkisi arasında, hele de yıkıcı popülizmlerin baskın olduğu şu dönemlerde köprü kurulabilir mi? Yoksa bize hep Sisyphos mu?
TE: Türkiye’yi çok ziyaret ettim ve insanlarının bana gösterdiği yakınlık ve cömertliğe müteşekkirim. Aslında sadece tek bir tuhaf deneyimim oldu (sen bunu hatırlarsın Burcu): Kamuya açık bir ortamda Türkler hakkında ne düşündüğümü sormuşlardı ve ben de cevaben haklarındaki stereotiplerin iddia ettiğinden bile daha zalim olduklarını söylemiştim. Bazıları ciddi olduğumu sanmıştı. Ama maalesef İngilizlerin ironik olmaması mümkün değil, tıpkı çay içmemelerinin mümkün olmaması gibi.
Akademik özgürlük bilim uğraşı için sadece gerekli değil; tarihsel olarak, bilimin kendisi bir özgürlük meselesiydi. 17. yüzyılda kilisenin, devletin ya da geleneklerin sansürü olmadan “Doğa”yı inceleme hakkı, vakalarını maddi kanıtlara dayandırma ve sırf otorite olduğu için otoriteye biat etmeme, tartışmayı nahoş sonuçlara varsa dahi gittiği yere kadar götürme vs. anlamına geliyordu. Entelektüel faaliyet ve özgürlük hemen hemen eşanlamlıdır. Ama tabii ki bu bugünün Türkiye’si için geçerli değil. Entelektüeller ve halk arasındaki köprüye gelince, burjuva devletinin en korktuğu şeyin bu ikisi arasındaki ittifak olduğunu unutmamalıyız ama bu ittifakın her zaman mümkün olduğu anlamına gelmiyor. Bunun geleneksel olarak mümkün olduğu yer kamusal alan denen, devletten bağımsız olan alandı, ama artık durum bu değil, en azından Türkiye gibi ülkelerde.
Ülkenizdeki cesur erkek ve kadınları selamlıyor ve onlara dayanışma ruhuyla desteğimi gönderiyorum.