YAKUP EMRAH
Bu yazı her hafta İKEM‘de (İnsani Krizle Mücadele Derneği) yapılan felsefe derslerinin yazıya aktarılmış özet sunumudur.
İnsanlık tarih boyunca varoluşunun anlamını, evrenin doğasını ve hakikatin ne olduğunu anlamaya yönelik bir çaba içinde olmuştur. Felsefe, bu çabanın en temel araçlarından biridir. Felsefe, insan düşüncesinin, hakikatin ağırlığı altında ezilen ruhunun, evrenin ve gerçeğin derinlemesine anlaşılması ve açıklanması amacıyla geliştirdiği bir disiplindir diyebiliriz. Bu bağlamda, felsefenin amacı, insan düşüncesinin sınırlılıklarına rağmen sınırsız evreni anlama ve keşfetme çabasını yansıtmaktadır.
İnsan düşüncesi, her ne kadar gelişmiş olsa da sınırlılıklara tabidir. Duyularımızın ve zihinsel yeteneklerimizin sınırları, hakikatin tam anlamıyla kavranmasını engellemektedir. Kant’ın “Bilginin Sınırları” adlı eserinde vurguladığı gibi, insan düşüncesi fenomenal dünyayı, yalnızca deneyimlenebilen ve anlaşılabilen yüzeydeki gerçekliği kavrar. Ancak bu, hakikatin ötesindeki “noumenal” dünyayı tam anlamıyla idrak etmenin sınırlılığını ortaya koymaktadır. Bu sınırlılıklara rağmen insan, düşünce gayretiyle kendisini aşmaya ve hakikate ulaşmaya çabalar. Aristoteles’in dediği gibi, “Bilgi insanın tabiatında vardır.” İnsan, akıl ve mantık yoluyla evreni anlamaya çalışırken, bu çaba onun insan doğasının bir yansımasıdır. Bu çaba, sadece somut gözlemlere dayalı bilgiyi aşarak, soyut kavramlar ve teoriler oluşturmayı da amaçlar.
- Sponsorlarımız -
Felsefe, bu düşünsel çabayı sistematik bir şekilde ele alan ve farklı düşünce okullarıyla bu çabanın zenginleşmesine katkı sağlayan disiplindir. Platon’un “İdealar Teorisi” veya Descartes’ın “Şüphe Yöntemi” gibi yaklaşımlar, sınırlı insan aklının ötesine geçmeyi ve hakikate yaklaşmayı hedefler. Fakat sınırsız evreni anlamaya çalışmak, sadece akademik bir çaba değil, aynı zamanda insanın kendini tanıma sürecinin de bir parçasıdır. Felsefenin kendisi, insanın kendi düşünsel sınırlılıklarını ve önyargılarını fark etme, bunları aşma ve daha geniş bir perspektife ulaşma yolunda attığı adımlardır.
İnsan düşüncesinin hakikatin ağırlığı altında ezilen gayreti, felsefenin temel amacını oluşturur. Sınırlı aklın sınırsız evreni anlamaya yönelik çabası, hem insanın evreni anlama isteğinin bir yansımasıdır hem de insanın kendi sınırlılıklarını aşma sürecini temsil eder. Felsefe, bu çabanın akademik ve teorik bir zemini olarak insanlığın hakikati arayışına ışık tutmaktadır. Unutulmaması gereken nokta, belki de hakikatin tam anlamıyla erişilemez olabileceği, ancak bu durumun insanın bilgiye ve anlama isteğine olan katkısını azaltmadığıdır.
Bu minvalde şunu diyebiliriz ki; sıklıkla yanlış bir biçimde sofistlikle özdeşleştirilen felsefe, aslında hakikatin peşinde koşma amacı taşıyan ve akademinin soğuk duvarları arasında hapsolmayan bir entelektüel girişimdir. Felsefe, insanın evreni ve kendi varoluşunu anlama isteğinin en saf ve incelikli ifadesidir. Sofistler, genellikle retorik ve argümanın gücünü vurgulayarak hakikatten ziyade ikna etmeyi hedeflemişlerdir. Felsefe, sofistike bir etkinlik ya da soğuk akademik duvarlar arasında hapsolmuş bir bilgi yığını değildir. Tam aksine, felsefe insanın içsel hakikati arama gayretini yansıtan ve akademinin dışına taşan bir disiplindir. Felsefenin amacı, hakikate ulaşma yolunda bireylere rehberlik etmek, düşünce süreçlerini sorgulayarak derinlemesine anlam elde etmelerini sağlamak ve böylece insanlığın genel anlamda bilgiye ve içgörüye ulaşma çabasına katkıda bulunmaktır.
Bu yönüyle felsefi bilgi içkin ve aşkın yönleri barındır. Felsefe, temelde bir bilgi arayışı olarak ortaya çıkar. İnsanın çevresini anlama, evrenin doğasını kavrama ve insanlığın varoluşunu anlamlandırma isteği, felsefenin içkin boyutunu şekillendirir. Bu boyutta, insan zihni analitik düşünce, mantık ve rasyonalite ile bilgiye ulaşma amacı taşır. Felsefe, özgün sorular sorarak, mevcut düşünsel paradoksları çözerek ve soyut kavramları anlamlandırarak bilgi üretme amacı gütmektedir.
Felsefenin aşkın boyutu, maddenin ötesindeki gerçekliği anlama arayışını ifade eder. Bu boyutta, felsefe daha derin bir anlam taşır; çünkü felsefenin amacı sadece gözlemlenebilir ve analitik düşünme yoluyla anlaşılabilecek olanı değil, aynı zamanda aşkın olanı, evrenin ötesini anlamaya çalışmaktır. Platon’un “İdealar Teorisi” gibi görüşler, aşkın boyutun örneğidir. Bu boyutta, gerçekliği sınırlı insan düşüncesinin ötesindeki evrensel kavramlar ve gerçekliklerle ilişkilendirmeye çalışır.
- Sponsorlarımız-
Felsefenin içkin ve aşkın boyutları, insan düşüncesinin en temel araştırma çabalarını temsil eder. İçkin boyut, bilgiye ulaşma amacını taşırken, aşkın boyut evrensel gerçekliği anlama isteğini ifade eder. Bu boyutlar arasındaki denge, felsefenin insan zihninin sınırlılıklarını aşarak hem somut dünyayı hem de evrensel gerçekliği anlama ve anlamlandırma amacını yansıtır.
Aristoteles, “Metafizik” eserinde, içkin boyutun özünü ve felsefenin bilgi arayışını şu şekilde ifade eder: “İnsan bilmeden önce merak eder, bilgi arayışı onun insan doğasının bir yansımasıdır.” Aristoteles’e göre, insanın içkin merakı, felsefenin temelini oluşturur ve bu merak, bilgiye ulaşma amacını taşır. Platon, “Devlet” adlı eserinde, aşkın boyutun önemini şu şekilde vurgular: “Gözlerle görülen her şey geçicidir, gerçeklik düşüncelerin dünyasında yatar.” Platon’a göre, insanın gerçekliği anlama arayışı, sınırlı duyusal deneyimlerin ötesine geçmek ve evrensel gerçekliği, düşüncelerin dünyasında bulanık olarak görmekle gerçekleşir. Aristoteles, “Nikomakhos’a Etik” eserinde içkin ve aşkın boyutları bir araya getirerek şunları ifade eder: “Bir insanın düşüncesi, evrenin doğasını anlamakla, kendini anlamak arasında bir denge kurar.” Aristoteles’in bu sözleri, felsefenin içkin ve aşkın boyutlarını dengelemeye çalıştığını ve bilgiye ulaşma arzusu ile evrensel gerçekliği anlama amacını bir araya getirdiğini gösterir. Böylelikle Aristoteles’in bilgi arayışını, Platon’un evrensel gerçekliği anlama isteğiyle dengelemeye çalışan felsefe, insan düşüncesinin sınırlılıklarını aşarak hem somut dünyayı hem de soyut gerçekliği anlama ve anlamlandırma amacını yansıtır.
Felsefe, Antik dünyadan günümüze uzanan bir geleneğin bir parçası olarak, sadece bireysel anlam arayışını değil, aynı zamanda ideal bir toplumun inşasını da amaçlayan bir düşünsel girişimdir. Felsefenin toplumsal dönüşüm üzerindeki etkisi, antik çağdan günümüze kadar uzanan bir süreçte somut örneklerle izlenebilir. Özellikle Antik Yunan düşünürleri, Platon ve Aristoteles gibi, toplumun düzenini, yönetim biçimini ve etik değerlerini ele alarak ideal bir toplum modeli oluşturma amacını taşımışlardır. Platon’un “Devlet” adlı eseri, bu bağlamda öncü bir örnek olarak karşımıza çıkar. Platon, ideaların dünyasında şekillenen bir toplum düzenini tasvir ederken, felsefenin toplumsal dönüşümde nasıl bir rol oynayabileceğini gösterir. Yine Thomas More’un “Ütopya” eseri, ideal bir toplumu tasvir ederken felsefenin toplumsal düzeni nasıl ele aldığını gözler önüne serer. Bu eserde More, toplumsal eşitsizlikleri eleştirirken, felsefenin toplumsal dönüşümdeki potansiyelini vurgular. Felsefe, toplumsal adalet kavramını yeniden şekillendirme ve ideal bir toplum tasarlamada önemli bir rol oynar. Platon’un “Devlet” eserindeki ideal toplum modeli, toplumsal tabakalaşmanın en aza indirildiği, eğitimli filozofların yönettiği bir düzeni tasvir eder. Bu düzen, felsefi düşüncenin toplumsal dönüşümdeki potansiyelini ve ideal bir adalet anlayışını yansıtır.
- Advertisement -
Modern dönem filozoflarından biri olan Jean-Jacques Rousseau, “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde toplumsal dönüşüm ve idealler üzerine derinlemesine bir düşünce geliştirir. Rousseau, insanların doğal durumda özgür ve eşit olduğunu savunurken, toplumun ortaya çıkışı ile bu özgürlüğün sınırlanmış olduğunu iddia eder. Ona göre, ideal toplum, bireyin özgürlüğünü koruyan ve toplumun genel iradesiyle uyumlu bir sözleşme temelinde inşa edilmelidir. Rousseau’nun toplumsal dönüşüm perspektifi, toplumsal sözleşme kavramıyla birleşerek birey ve toplum arasındaki dengeyi tartışır.
Modern dönem filozofları arasında önemli bir figür olan Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir” adlı eserinde toplumsal dönüşümün eleştirel bir analizini sunar. Kant, insanların kendi düşüncelerini kullanarak özgürce düşünce üretmelerini teşvik eder ve bu şekilde toplumsal düzenin gelişimine katkıda bulunacaklarını vurgular. Ona göre, toplumsal dönüşüm, bireylerin düşünsel özgürlüğünü kullanmalarına dayanır ve bu düşünsel özgürlük, aydınlanmanın anahtarıdır.
Modern dönem filozoflarından Karl Marx, toplumsal dönüşüm ve idealler konusundaki eleştirel bir yaklaşımı temsil eder. “Komünist Manifesto” ve “Kapital” gibi eserlerinde Marx, sınıf farklılıklarının toplumsal dönüşümü şekillendiren temel etkenlerden biri olduğunu ileri sürer. Marx’a göre, ideal bir toplum, sınıfsız bir toplum olmalıdır ve toplumsal adalet ancak üretim araçlarının toplumsal birliğe geçtiği bir düzende mümkün olabilir.
Cesur Söylem ve Toplumsal Değişim
Cesur bir söylem ve toplumsal kaygı içeren Parrhesia, Yunanca kökenli bir terim olup “cesurca söylemek” anlamına gelir. Antik Yunan düşünce geleneğinde önemli bir yere sahip olan parrhesia kavramı, felsefenin toplumsal dönüşüm amacını somutlaştırır. Felsefi düşüncenin toplumu sorgulama ve eleştirme yeteneği, parrhesia ile ifade edilen cesur söylemin özünü oluşturur. Sokratik diyaloğun özünde bulunan sorgulama ve eleştirme, parrhesia kavramıyla da örtüşür. Felsefi düşünce, toplumun dogmalarına ve alışkanlıklarına meydan okuyarak, daha adil, özgür ve bireysel haklara saygılı bir toplum inşası için bir araç olarak kullanılır.
Parrhesia, felsefenin toplum inşasında oynadığı rolü anlamlandırırken, aynı zamanda felsefi düşüncenin toplum içindeki eleştirel ve yenilikçi potansiyelini de yansıtır. Cesurca ortaya konulan düşünceler, toplumsal normları sorgulama ve hatta değiştirme amacını taşır. Bu bağlamda, felsefe sadece bireysel anlam arayışını değil, aynı zamanda toplumsal adaleti, özgürlüğü ve eşitliği hedefler.
Antik Yunan kavramlarından biri olan Parrhesia Eski Yunan ve Roma kültürüne ait kimi metinlerde diğer dillere “özgür konuşma”, “dürüst konuşma”, “açık sözlülük” diye çevrilmiştir. Aslında bu tanımlamalar parrhesianın sınırlarını daraltmaktadır. Parrhesia; ölüm, sürgün ve zindan pratiklerine ya da var olacak bütün tehlikelere rağmen hakikat aktarımıdır. Peki her doğruyu söyleyen parrhesia eylemini gerçekleştirmiş olabilir mi? Hayır. Çünkü hakikatin bir bedeli olmalıdır. Bedeli olmadan beyan edilen hakikat sadece doğru olabilir ama parrhesia rahatsız edici olmalıdır.
Sokrates’in “at sineği” metaforu aslında büyük bir parrhesia söylemidir. Sokrates şöyle der: “Ben Tanrı’nın, devletin başına musallat ettiği bir at sineğiyim, her gün her yerde sizi dürtüyor, kandırıyor, azarlıyorum; peşinizi bırakmıyorum. Benim gibi bir kimseyi kolay kolay bulamayacaksınız, onun için size kendinizi benden yoksundurmamanızı tavsiye ederim”
Sokrates’in “At sineği” metaforunu politik güçle ilişkilendirmek, onun düşüncelerini devletin otoriter yapısını ve bireylerin özgürlüğünü sorgulama eğilimini vurgular. Metafor, devletin güçlü ve otoriter bir figür olarak temsil edildiği bir bağlamda atı, sineğin ise devletin politik gücünü rahatsız eden ve sorgulayan bir figür olarak temsil etmektedir.
Sokrates‘in metaforu, bireylerin devletin politik gücü altında ezilmesini ve düşünce özgürlüğünün kısıtlanmasını eleştiren bir yaklaşımı yansıtır. Ona göre, bireylerin kendi düşüncelerini sorgulaması, politik otoriteye meydan okuması ve gerçek bilgiyi araştırması gereklidir. Devletin politik gücü, insanların özgürlüğünü ve düşünce özgürlüğünü sınırladığında, bireylerin bu güce meydan okuyan ve gerçek bilgiye ulaşmaya çalışan bir “at sineği” gibi hareket etmeleri gerekmektedir. Sokrates’in metaforu, politik gücü elinde bulunduran devletin otoritesini ve baskılarını sorgulayan, insanların özgürlüğünü savunan ve gerçek bilgiye ulaşma çabasını vurgulayan bir anlam taşır.
Sokrates’in şehid edilmeden önce –ki o hakikatin en kutsal şehitlerindendir- Atina meclisine hitap ettiği savunma, baştan sona parrhesia kullanılan bir konuşmadır. Sokrates’in neredeyse bütün söyledikleri ironi, ödev duygusu, açık sözlülük ve cesaretle yüklüdür; ölüm bile Sokrates’i yolundan döndürememiştir: “Ey Atinalılar, parlak ve gösterişli deyimlerle, söylevler çekecek değilim. Yalnızca dilimin ucuna gelen sözcükleri allayıp pullamadan söyleyeceğim. İçinizden kimse benden doğrudan başka bir şey beklemesin. Doğruyu söyledim size Atinalılar, önemli önemsiz hiçbir şey saklayıp gizlemeden, değiştirmeden. Bununla birlikte gene bana hınç beslemelerine yol açacağım. İster salıverin ister salıvermeyin beni; iyice bilin ki şunu, bir kez değil bin kez ölmem gerekse bile, hiç mi hiç değiştirmeyeceğim yolumu.”
Sokratik parrhesia aynı zamanda bir etik ve ahlaki boyutu da içerir. Sokrates’e göre, gerçeği açıkça ifade etmek, dürüstlük ve adaletle bağlantılıdır. Sokratik parrhesia, insanların düşüncelerini ve inançlarını özgürce ifade etmelerini teşvik ederken, aynı zamanda doğruluk ve dürüstlük ilkelerine bağlı kalmayı vurgular. Sokratik parrhesia, toplumsal normlara meydan okuyan bir tutumu da yansıtır. Sokrates, toplumun kabul ettiği görüşleri sorgulayan ve otoriteye karşı çıkan bir figürdür. Ona göre, gerçek bilgiye ulaşmak için sorgulama, eleştirel düşünce ve cesaret gereklidir. Bu nedenle, Sokratik parrhesia, toplumun baskılarına boyun eğmeyen ve düşüncelerini özgürce ifade eden bireyleri teşvik eder. “İyi insanlara neden kötü şeyler olur?” sorusunu, inanç ile aklı, kader ile özgür iradeyi Felsefenin Tesellisi adlı kitabında sorgulayan Romalı filozof Boethius, vatan haini suçlamasıyla zindanda idamını beklerken teselliyi felsefede bulmuştu. İhanetle suçlandı, yargılanmadan idam edildi. Ahlak felsefesinin kurucusu, sürekli soru sorarak hakikate ulaşma yöntemini bulan ilk büyük Yunan filozofu Sokrates gençleri kışkırttığı, onların aklına saçma sapan şeyler soktuğu vs. suçlamalarına karşın “Kendine karşı doğru ol!” düşüncesinin arkasında durdu ve felsefe uğruna baldıran zehri ile canını vermeye razı oldu. Astronom, matematikçi ve dünyanın elips şeklinde olduğunu söyleyen kadın filozof Hypatia’nın çalışmalarından ve düşüncelerinden ötürü dinsizlik ve şeytanlık suçundan öldürülmesine karar verildi. Deniz kabuklarıyla etleri kesildi, parçalanarak linç edildi. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozof, rahip, gökbilimci Bruno sekiz yıl zindanda Tanrı’ya saygısızlık, ahlaksızlık ve dine karşı geliş suçlarından yargılandı ve engizisyon tarafından düşüncelerinden vazgeçmesi ve din sapkını olduğunu kabul etmesi durumunda bağışlanacağını söylemelerine rağmen canı pahasına onurunu korudu. Kanı akıtılmadan eziyet edilerek öldürülmesine karar verildi. Hayatı boyunca bağnazlığa karşı duran, aklını düşüncelerinin merkezine koyan stoacı filozof, devlet adamı, oyun yazarı Seneca gerçek erdemin insanın içinde olduğunu, dışarıdaki zenginliğin insana mutluluk getirmeyeceğini savunmuş, Neron’a düzenlenen bir suikast girişiminden sorumlu tutularak imparatorluğun emriyle intihar ederek ölümüne karar verilmiştir. Sokrates gibi bütün yaşamı boyunca ölümün hiçe sayılması gerektiğini savunan Seneca da idamını metanetle kendi elleriyle gerçekleştirmiştir. Latin dilinin felsefenin dili olarak gelişmesine katkıda bulunan, agnostik, Romalı büyük hatip, bilgin, devlet adamı ve yazar Cicero da devlet düşmanlığından dolayı başı kesilerek idam edilenlerdendi. Ütopya kitabının yazarı, aşırı dindar İngiliz filozofu Thomas More, Act of Supremacy’nin Tanrı’nın yasalarına aykırı olduğunu ve parlamentonun kimseyi Kilise’nin başı olarak ilan edemeyeceğini söylemesi ile vatan hainliği suçlamasıyla, düşüncelerinden ve fikirlerinden dolayı kafası kesilerek idam edildi