Alihan Demir
Bir kitap düşünün, tanrı ve şeytan oturmuş tartışıyor. Arada kalan insanın iyi ve kötü yanları da kıran kırana üste çıkmaya çalışıyor. Genç yazarımız Yakup Emrah tarafından kaleme alınan Şeytanın Gözyaşları’na iddialı isminin hakkını verebilmesini umarak başladım. Psikanalitik Yorumla Teosofik Bir Hikaye alt başlığı ile beklentiyi attıran kitap, yazarın kurmaya çalıştığı dünyaya girince daha da bulanık hale gelmeye başladı. Yazarın birikimi, birkaç sayfa sonrasında dağılan parçaları yavaş yavaş toplamasıyla kendimizi felsefi bir tartışmanın binlerce yıllık birikimiyle karşı karşıya kalmış buluyoruz.
Yazar, adeta yorulmayalım diye cevapları en baştan vererek işimizi kolaylaştırıyor. Tekrar ifadeleriyle meseleyi kurgu üzerinden basitçe anlatıyor. Eserin derinliğine inerken bilgece bir dilin sözcük sözcük inşa edildiğini görüyoruz ama buradaki sözcük dağarcığı dar tutulmuş. Kolay ve anlaşılır olması adına yapılan bu dar alanda kısa paslaşmalar, hem ustaca kurgulanmış hem de bir yerden sonra okuru daraltan bir tekrara dönüşme riski içeriyor. Örneğin çokça tekrarlanan ‘’enerji’’ sözcüğü dönemin bilgelik dilinde eğreti dursa da meselenin içine okuru çekebilmek için gizem yaratıyor. Sıkça tekrarlanan melek, şeytan, gökyüzü, umut, iyilik ve ışık sözcükleri metnin derinliğine inmemize engel olsa da bu sözcüklerin genel anlamda genişçe kullanımı meselenin daha derli toplu kalmasına vesile oluyor. Yazarın dil açısından düştüğü ilk tuzak da burada başlıyor. Gereksiz kurulan –ler ekiyle mesajını derinleştirmek isteyen yazar, konunun geniş bir yelpazede değerlendirilmesine dikkat çekmek isterken yalınlıktan da taviz vermiş oluyor. Metin boyunca devam eden akademik dil ile masalsı dilin sentezlemesini her ne kadar başarsa da okurun bilgece kurulmuş aforizma dilinden akademik dile geçişini zorlaştırmaktadır. Noktadan sonra birkaç defa tekrar edilen ‘’ve’’ bağlacı akışı bozduğu gibi okuru da yormaktadır. Esere teknik olarak bakıldığında görülen bu eksikliklere son olarak mekanların yeterince betimlenmemesini de ekleyerek bitirelim çünkü esere yönelik teknik eksiklikler, eserin; mesajının ve içeriğinin gerçeğini ve niteliğini bozmamaktadır.
Esere vurgulanan ilk fikir, insan iradesinin yüceltilmesidir. Bu yüceltmeye tanrının bile karışmaması gerektiğini anlatan yazar, daha sonradan kanıtlarıyla tezini güçlendirmiş. Üstelik bunu kurguda verme gibi cesur bir adımı da atarak üstesinden gelmeyi başarmış. Eserin bu ilk bölümünde yazarın derin bir fikir içerisinde yüzdüğünü ve bunu okura anlatma sancısı çektiğini görebiliyoruz. Burada yegane önerim başka bilim dallarına ait jargonun araştırılması sonucu bu metin daha güçlü hale getirilebilirdi. Böylece okur, metnin türüne dair roman ile tez arasında kalarak bir ikilem yaşamaktadır. Yer yer görülen masal ögeleri bizi yerleşik kuralların dışına çıkarmakta ve eserin mesajına odaklanmamız gerektiğini hatırlatmaktadır.
Buna benzer tarihi kurgularda dikkat çeken ilk detay dil kadar bilinçlerin karşılaştıkları ilk durumlardaki psikolojilerinin doğru verilmesidir. Eserde bu anlamda ilk defa karşılaşan karakterlerin içsel sorgulamaları veya şaşkınlıkları hızlıca geçilmiş. Buna rağmen bazı detaylar içinde bulunduğumuz çağın yeni yeni kuramsallaştırdığı bazı derinliklere sahip. Örneğin başkarakter Raman’ın kötülükle savaşında kendi içindeki kötülüğü keşfetmesi, uzun zaman süren bilimsel araştırmaların kabul ettiği güncel bir gerçektir. İnsan, her zaman içinde bir parça kötülük besler, yeter ki ona uygun ortamlar hazır olsun. Bu gerçekle bizi yüzleştiren yazar, okuru da kendi içinde bir sorgulamaya götürmektedir. Hiç kimsenin tamamen iyi veya kötü olamayacağına dair kurulan sağlam tez, bilimle de örtüşmektedir. Kötülüğün simgesine dönüşen bazı kavram alanına giriş yapan yazar, Şeytan ve Dehhak üzerinden ilerlerken bana kalırsa Akat kralı Sargon’u ve torunu Naramsin’i yani bildiğimiz adıyla Nemrut’u veya Yezid’i unutmamalıydı. Burada unutmaktan ziyade konuyu dağıtmamak adına girilmeyen bu derin tarihi dehlizler, eserin niceliğini arttırabilirdi.
- Sponsorlarımız -
Eserin başında kurulan sade dil, burada derinleşerek sözcüklerin insan ruhuna değen yanlarıyla daha didaktik bir eserle karşı karşı olduğumuzu hatırlatıyor. Başı ile sonu arasında belirgin bir söylem, derinlik ve literatür farkı olduğunu söyleyebiliriz. Yazar, yazdıkça açılmış ve kendisi sona saklamış durumdadır. Eserin son kısmında insanın geleneksel kodlarla kendinden sakladığı yanlarına ayna tutan Emrah, bizi çırılçıplak gerçeğimizle baş başa bırakarak satırlarına son veriyor. İnsan ruhunun derinliklerinde beslediği arzu, güdü, dürtü, haz ve açlık; Freudyen kavramlarla ilerlerken bir kurguda olduğumuza bizleri de şaşırtıyor. Freud’un arzuların gerçekleşmemesi durumunda birikip patlayacağını bu yüzden arzuların gerçekleşmesi gerektiğine dair tezi, satır aralarına gizlenmiştir. Özgür insanın özgür iradesiyle gerçekleştireceği her eyleme kefil olduğunu belirten yazar, Şeytan’ı da dize getirerek evrensel değerler etrafında onu bağlamaya çalışmıştır. Burada düşülen ilk hata; bağlanan tahakkümcü, otoriter, faşist veya kötücül karakterin yazarın ikame ettiği ideolojik ya da dini noktada tutulmasıdır. Yani yazar, İslami orjinli bir noktadan feyz alarak kötücül karakteri çözüp dağıtacaksa gelmesi gereken nihai huzurlu nokta din olmamalıdır. Yazar, bu tuzaktan ustaca manevralarla sıyrılarak özgürlük manifestosunu herhangi bir yere bağlamadan ama bireyin kendi özgür benliğinin tercihleri sonucu doğan organizasyonları makul görerek istikamet vermektedir.
Esere hakkını verebilmek için söylenmesi gereken ilk ve son cümle şöyle olmalıdır. İradenin önemsendiği dünyada, şeytanların kışkırtmalarına rağmen otosansürle de olsa felsefi düşüncelerin özgürlüğü kutsadığı ve bu güç karşısındaki tüm yerleşik kurulu düzenlerin baştan sona kendini yeniden inşa etmesi gerektiğini yer yer masalsı yer destansı yer yer şiirsel bir dille aktarmayı başarabilmiş. Kurulan imgeler, günlük yaşamımızda yaşadığımız çelişkileri deşifre etmek noktasında son derece gerçekçi ve başarılıdır. Mehmed Uzun’un ‘’ Bütün sanatlar gibi edebiyat da hayatın yetmediğinin itirafıdır.’’ Sözü bana göre burada anlama bürünüyor ve ancak buna benzer kurgularla yaşamın daha anlaşılır ve anlamlı kılınması sağlanmış olmaktadır. Yazar, yaşamın yetmediği bu noktada edebiyatla bize bir yaşantı sunmakta ve yürüyeceğimiz yola ışık tutmaktadır.
Yazar, dobra sorularla okura yönelmekte ve başını kuma gömenleri rahatsız etmektedir. Sona doğru sorulan ‘’Özgür müyüz, özgür olmayı hak ediyor muyuz, özgür olmadan iyi olamaz mıyız, bunca kötülükten sonra halen iyi kalabilir miyiz, iyinin içine gizlenmiş kötülüğümüzle yüzleşecek cesaretimiz ve birikimimiz var mı? diye sorarak özgür olduğunu düşünen nice kölelerin benliklerine dair iç hesaplaşmayla okuru aydınlatmayı amaçlamaktadır. Yazar, soru sormaya utananların çağından binlerce yıl öncesine giderek felsefenin ilk çıkışındaki en güçlü silahıyla yani sorularla okuru kendi içinde bir iç savaşa sürüklemektedir. İyi ki de sürüklemektedir çünkü ancak bu eserler sayesinde birey, kendisiyle karşılaşıp kendisiyle tanışabilmektedir. Son sahnede en çarpıcı çelişkiyi kucağımıza bir bomba bırakır gibi bırakıp gidiyor yazar ve şöyle diyor: Bütün günahlarımızın sebebi olarak taşladığımız şeytanı yensek bile şeytanlaşan insanı ne yapacağız?
Genç yazarımızı, daldığı bu tabusal alandaki cesur adımlarını, kalem oynatışını ve suya sabuna dokunan cümlelerinden dolayı kutluyorum. Popüler kültürün tekelinde tüketilen niteliksiz eserlerin yerlerine bu tür eserlerin görülür kılması için bizler de buna benzer eserleri okumalı ve yazarlarımızı daha güçlü kılmalıyız.