GÜLÜŞAN GÖCEN
Tanrı ve tanrıça tasavvurunu psikolojik ve sosyolojik açıdan genişçe ele alan ve bunu sıklıkla dile getiren bir psikolog olan Fromm’a göre, öncelikle kadın ve erkek diye yapılan bir taksonomi, “biyolojik” merkezli bir yaklaşımdan önce “sosyolojik” merkezli bir yaklaşımdır. Ona (2012) göre esasen insanı ele almak sosyoloji ve psikoloji gözetilmeden mümkün değildir. İşletim mekanizması aynı olsa da cinsiyet daha çok insanın davranışlarında belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bütün zamanlardaki insan bir prototipte müşahede edilebilir. Ona göre (1995) açlık, susuzluk, cinsellik gibi insanların hepsinin paylaştığı belirli gereksinimler varsa da, bireylerin kişiliklerindeki farklılıkları ortaya çıkaran sevgi, nefret, iktidar hırsı ve boyun eğme isteği, duyumsal zevk ve korku gibi dürtülerin hepsi, sosyal sürecin ürünüdür. Hatta Fromm (1995; 2012) Tanrı kavramının da zamanın getirdiği şerait içerisinde, sosyopsikolojik faktörler etrafında örüldüğü düşüncesindedir.
İnsan, yaşadığı ayrılık tecrübesi ve birliğe ulaşma isteği üzerine temellenen bir sevgi ihtiyacı içindedir. Fromm’a(2012) göre insanlar dini, kendi ihtiyaçları doğrultusunda gördükleri için, gerektiğinde herhangi bir cinsiyetin içinde Tanrı inancını, bir baba ya da anne tasavvurunda yaşatmaktadır. Güven ve ait olma isteğinin “anne” sembolüyle anlatıldığı ilk dönemlerde; Tanrıçaların tanrılardan daha olmasını, insanların bu ihtiyacının daha yoğun olmasınabağlamaktadır. Fromm (1993) da Freud gibi, insan biçimli tanrılara tapma evresinde iki merkez edinilen hususun, öne çıktığını belirtir. Bunlardan birincisi tanrıların dişi-erkek diye ayrılmaları, diğeri ise kişinin Tanrı’ya yöneltilen sevgi dili ve düzeyindeki değişkenliktir. Bir teolojiden çok Fromm’a(1995) göre resmin bütününde bireylerin, kendi istek ve ihtiyaçları yani psikolojileri vardır. Ana (kadın) merkezli bir dinden, baba (erkek) merkezli bir dini yaşantı ve Tanrı tasavvuruna geçiş; insanlığın değil, aslında özde insanın en önemli kırılma/evrilme noktalarındandır. Antropolojik verileri de örnek göstererek, annenin birey ve toplum nezdinde fonksiyonunun doğal olarak Tanrı tasavvuruna da yansıyacağını savunan Fromm’a (1982) göre, insanlık tarihinin seyir sürecinde ilk etapta toprak ananın çocukları olmayı tasavvur edenler, ikinci etabında gücün yer değiştiğini görmüş ya da değiştirmesini istemiş ve göksel babanın çocuklarına dönüşmüşlerdir. İkinci dönemi, göksel diye isimlendirmesinde İbrahimi dinleri kasteden Fromm’a (1995) göre; ilahi dinlerin metinleri, Tanrı ve Tanrıça tasavvurlarınındeğişiminde büyük rol oynamıştır. Annenin koşulsuz sevgisinden, babanın yetkeci sevgisine, bütünleyici ve kuşatıcı bir Tanrıça tasavvurundan, doğası gereği isteklerde bulunanilkeler ve yasalar koyan, erki tutan ve erki bırakacak halef arayan otoriter bir Tanrı tasavvuruna geçilmiştir. Peki, öyleyse burada bir çelişki yok mudur? Tanrı ya da Tanrıça tasavvurları, toplumun ihtiyaçlarının yansımasıysa neden tasavvurların değişimi dışarıdan gelen bir metinle değişsin? Elbette Fromm’un buna yaklaşımı Tanrı’nın ontolojik olarak var olup olmamasına dair yaklaşımı ile de açıklanabileceği gibi, sosyolojik açıdan güç devşirmek isteyen kesimlerin bunu yönelime dönüştürme gayretleriyle de ilişkilendirilmektedir.
Fromm’a (1995) göre anaerkil olan Tanrı tasavvuru aynı Babil mitinde geçtiği üzere, ataerkil bir tasavvura dönüşmüştür. Babil mitinde erkek tanrılar, doğal bir yaratma gücüne sahip olan büyük anneden yönetim gücü koparmak istemekte ama bunu nasıl yapacaklarını bilememektedirler (Erhat, 1984). Freud’un kız çocuklarının güç istemiyle erkek organını kıskanma duygusundan bahsetmesine karşın Fromm (2014), asıl güç istemiyle oluşan kıskançlığıın, erkekler tarafından kadının doğurganlığına olduğu görüşündedir. İlaveten, Fromm’a (1995) tek tanrılı dinlerin metinlerinde erkek ve ataerkillik vurgusu çokça yapmış, cennetten kovulmaya sebebiyet oluşturan Havva’nın, Âdem’i de itaatsizliğe yöneltmesinin arkasındaki kötülük, daha sonraları tüm kadınlara döndürülmüştür. Havva üzerinden kadının kötülenmesinin sebebi, anaerkil yapı ve tasavvurun tamamen ortadan kalkmasıdır diyen Fromm’a (1982) göre; bu değişimin nedeni, eril olanın dişil olan üzerinde güç elde etmek isteği, hayatın anlamının “olma”ktan çok “sahip olma”ya doğru evrilmesidir. İnsanın bir diğer cinsini kapsamamak hatta dışlamak söz konusu değildir, öyle olunduğunu düşünen inançlarda bile etkisinin silinmesi mümkün olmamıştır. Fromm (1982; 2012) hayatın merkezinde olmak isteyen herhangi bir inancın, insanın asli yapısı olan kadını görmezden gelmesinin mümkün olmayacağını söyler. Farklı inanç tasarımları içinde (Hz. Meryem, Hz. Asiye veya Hz. Fatıma gibi) anne ya da kadının şefkat ve fedakârlığı bir şekilde neşet etmektedir. Fromm da Jung gibi Katoliklik ve Protestanlıktaki inanç ayrışmasındaki eril ve dişil öğelerin yer değiştirmesinden doğan sürece dikkat kesilir. Ona göre baba merkezli bir Tanrı tasavvuruna sahip olan kilise otoritesine karşı çıkan Protestanlarda, anne merkezli bir tasavvurun özlemi daha çok hissedilmiştir. Hatta ona göre bu mezheplerin ayrışmasının temelinde anne ve baba yani eril ve dişil tasavvura ait özlem, ihtiyaç ve baskınlık çarpışmıştır. Hıristiyanlıkta da asli günah kavramını ilk ortaya atan Pavlus’la birlikte Tekvin’in içindeki Âdem’in yaratılış ve düşüş öyküsü, yeni bir dinsel geleneğin başlangıcı, günahın dünyaya nasıl geldiğini anlatan bir mite dönüşmüştür (Batuk, 2006). Protestanlara göre bu mitten de Hz. Âdem’in cennetten kovulmasına sebep olan günahkâr Havva ile bunu telafi etmek istercesine Tanrı’nın oğlunu bir erkek olmadan kutsal bir doğumla doğuran günahsız Hz. Meryem figürü ortaya çıkmıştır.
- Sponsorlarımız -
Son yüzyıla gelen insanın, araç olarak görmesi gerekenleri bir yaşam amacına dönüştürüyor olmasını “yeni tanrıcıklarınüretimi” olarak gören Fromm’a (1990) göre, modern insan da putseverdir. Put ya da nesnenin kutsanması, insanın kendine yabancılaştığı bir yaşam tarzıdır. Toplumlarında narsizminarttığını ve daha da artacağını söyleyen Fromm (1995), bunu toplumların büyüdükçe içindeki insanların birbirilerinden kopmalarına, yabancılaşmalarına, düşmanca hislerin ve ayrılıkların yaygınlaşmasına bağlamaktadır. Fromm’a (1982) göre insan aidiyetlik hissiyle, her zaman evrenle birlik olma tecrübesi yaşamak istemiş ve bunu da farklı yaşantılarla yerine getirmiştir. Modern insanın ilk zamanlardaki o bütünlüğü aradığını, bunun ise ancak aşk ve sevgi ile olacağını düşünen Fromm’a (1990) göre modern insanın aşk zannettiği “sahip olma şiddeti”nin arkasında, sevgisizlik yani bütün olamama, sevgisizlikten oluşmuş dünya çeperinden kurtulamama vardır. Kadın ve erkek için kurulacak yapıcı sevgi, bir kurtuluştur ya da bir kendiliğe kavuşmadır. Buna sahip olmak isteği doğal ise de; buna ulaşma yolu, bugün saplantılıdır, şiddette ve maddeciliğe meyyaldir, yapaydır, sahtedir ve hatta bencilliğin birleşiminden doğan “en güzel çift biziz bencilliği”dir.
Günümüz insanı maddi refahından hareketle yüceldiğini düşünse bile, manen daha da alçalmıştır diyen Fromm’a(1990) göre bunun sebebi, insana kazanç elde edecek işler yapmak için her şeyi mübah görmeyi doğal ve kutsal gösteren “sahip olma” yönelimidir. Fromm’a (1995) göre günümüz erkeklerinin kadın enstantanelerini bu veçhe ile açıklamak çok kolaydır. “Ya benimsin ya kara toprağın” sözünün de “Tapılacak kadınsın (!)” mübalağasının da arkasında bu sahip olma bakış açısı vardır. Kadın cinayetlerini göz önünde bulundurarak meseleyi ele alırsak; boşanmış ya da ilişkisi olmuş kadınların hayatlarına onlarsız devam etme isteklerine karşı gösterilen tepkinin ve şiddetin büyüklüğü burada insani bir duygu boşalımının ötesinde, insanlığı da ilgilendiren sosyo-psikolojik faktörlerin aralanması gerekmektedir. Kendini iyileştirmeyi “mükemmelleştirme” olarak anlayanlar, onu da maddi imkân ve sahiplendiklerinin nicel artırımında görerek, kendine yabancılaşmaktadır. Sekülerleşen insanın manevi değerlerin de içini boşaltıldığını düşünen Fromm’agöre, bu ihtiyaç dinin varlığını yaşatacaktır. Ona göre bu ihtiyacın varlığı değil, neyle doldurulduğu neye hizmet ettiği üzerinde durulmalıdır.