LOKMAN ÇİLİNGİR
Philo-sophos (bilgelik-sevgisi) sözcüğü eski Grekler ve Romalılar için böyle bir felsefi anlayışı ortaya koyacak vurguya sahipti zaten. Özellikle Platon’un eserlerinde tasvir edilen Sokrates, ilahi anlamda bir bilge değildi ama bilgeliği elde etmenin, bilgece yaşamanın ne olduğunu biliyordu. Düşünce talimi olarak felsefe buna göre belli bir hedefe erişmeyi deneyen varoluş tarzının irade gücü, yani bilgeliktir. Bilgelik olduğu için de insanların çoğu için erişilmez olan şeydi aslında. Felsefe, yaşam şeklinde köklü bir değişim ve dönüşüm talep eden, ruhsal ilerlemeyi konu edinen bir yöntem öneriyordu. Böylece yaşam tarzı, felsefenin hem aracı yani bilgeliğe erişmek için girişilen her tür deneme ve uğraş, hem de amacı yani bizzat bilgelikti.
Bilgelik, sıkça vurguladığımız gibi, yalnızca bilgiyi temsil etmiyor aynı zamanda yeni bir varoluş tarzına karşılık geliyor. Paradoks tam da burada karşımıza çıkıyor. Antik düşünürler bilgeliğin tüm kapsamıyla erişilmezliğinin farkında olmalarına rağmen, ruhsal ilerlemeye çaba göstermenin gerekliliğine inanıyorlardı. İnsan bu en yüksek amaca, kendinde bilgeliğe, sürekli ve kalıcı olan bir durum olarak erişemese de, en azından onu belli anlarda tecrübe edebileceğini ve eylemlerini yönlendiren aşkın bir norm yapabileceğini bilir.
Bilgelik ideali, ruh sükûneti (ataraksia), içsel özgürlük (autarkie) ve kozmik bir bilinci beraberinde getiren bir yaşam şeklidir. Felsefe öncelikle kaygıya karşı bir iyileşme pratiği sunuyor. Bu yaklaşım ilkin Platon’un öğrencisi Ksenokrates’tesonra Epikür, Stoalılar ve Septiklerde ortaya çıkıyor. Septikler de, öteki filozoflar gibi, ruhsal barışı sarsılmazlıkta ve yargıların eminliğinde aramaktaydılar.
- Sponsorlarımız -
Bilgece bir tavır olarak felsefe, bağımsızlık ve içsel özgürlüğün kazanılabildiği bir yöntem, Ben’in yalnızca kendisine bağımlı olduğu bir durum olarak anlaşılıyor. Bu motif veya bu şekilde oluşan bir bilinç Sokrates’te, Kiniklerde, dahası saf seyre dalış olarak Aristoteles’te, Epikür ve Stoalılarda bariz bir şekilde göze çarpar. Bazen bu hale, Septiklerde olduğu gibi, her bir düşünce reddedilerek erişilir. Epikürcülük ve Stoacılıkta bu temel yaklaşıma, (kozmosun/evrenin bir bölümünü oluşturan bilinç ve evrenin sonsuzluğuna yayılan Ben olarak) kozmik bilinç de eklenir. Antik zamandaki bilge her an kozmosta yaşıyor olduğunun farkındadır ve kendisiyle uyumlu olmak zorunda olduğu evrenin akışına riayet eder.
Antik dönemde felsefe sürekli bir alıştırma olarak ortaya konuluyor: O yaşamın her an’ını kontrol altında tutmayı ve her bir an’a verilen üstün değerin bilincinde olmayı, keza insana kozmosun perspektifinden bakmayı öngörüyor. Bilgelikteki alıştırma antik etik ekollerde ve mistiklerde sıkça görebileceğimiz gibi, gerçekte kozmik boyutu şart koşuyor. Buna karşın sıradan insan dünya ile irtibatını yanlış kuruyor, sınırlı olan zaman ve mekâna mahkûm oluyor; dünyayı daha fazla olduğu gibi (nasıl ise o şekilde) algılamıyor, tersine arzularını tatmin edebileceği bir araç olarak görüyor.
Bilge, manevi bir halihazırdalık ile tümü gözlemleyen kişidir. O, evrensel bir bakış açısına göre düşünür ve davranır. Öte yandan o bizzat tüme ait olduğuna dair bir duygu veya algıya sahiptir. Bu kozmik bilinç Antik dönemde evrenin bilimsel bilgisine karşın farklı bir konumu içerir. Bilimsel bilgi nesnel ve matematikseldir, buna karşın kozmik bilinç ruhsal bir alıştırmanın sonucudur. “Dünyanın totalitesine dalmak” diye Hadot’un adlandırdığı bu hal, kozmosun devasa akışı dâhilinde ve bütünün perspektifinde bireysel varlığı bilinçlendirmeye hizmet eder.
Antik düşünürün hayat anlayışını ve yaşam tarzını belirleyen birbiriyle bağlantılı üç temel ilişki söz konusudur: Kişinin kendiyle ilişkisi, kozmosla ilişkisi ve öteki insanlarla ilişkisi. Bazı ekollerde zayıf gibi görünse de üçüncü ilişki sahası antik gelenekte oldukça zengin ve eğiticidir. Bir kısım modern felsefe tarihçileri Antik felsefeyi bir kaçış, bir kendi içine çekiliş olarak görmek isterler:
Plâtoncularda idealar sahasına yönelme, Epikürcüler ve Kiniklerde politik yaşamdan uzaklaşma, Stoacılarda ise kadere teslim olma. Hakikatte bu değerlendirme Hadot’a göre iki açıdan doğru değildir: Öncelikle Antik felsefe sürekli olarak belli bir grupta tatbik edilen bir felsefedir; Pisagorcutoplulukta, Plâtoncu sevgide, Epikürcü dostlukta veya Stoacı ruhsal yönelimde olduğu gibi. Antik felsefe topluluk halinde bir etkinliği şart koşuyor. Bir topluluk ki bütün üyeleri ortaklaşa araştırıyorlar, karşılıklı olarak birbirlerine yardım ediyorlar ve aralarında sıkı bir manevi bağ kuruyorlar. Öte yandan çoğu filozof, hatta Epikürcüler, devlete etki yapmaktan, toplumu dönüştürmekten, vatandaşlara kılavuzluk etmekten geri durmamıştır. Siyasi kavrayışlar farklı olduğundan, devleti, kralı veya sultanı etkilemeye yönelik daimi bir çaba söz konusudur. Özellikle Stoacılıkta insanlığın hizmetinde olma, doğru davranma ve toplumsal ödevler üzerine bilinçlenme çok önemlidir. Daha da önemlisi böyle bir düşünmeyi sürekli ve işlevsel kılmak için daima tetikte ve uyanık olmalıyız ve kadere rıza göstermeliyiz. İster kozmik akıl olsun ister her insanda ortak olan akıl olsun her birine yönelmiş olan bir ve aynı bilgeliktir. Doğru davranmak, insani topluluğun hizmetinde olmak ve mümkün olduğunca siyasi tutkulardan uzak durmak felsefi bir yaşamın gereğidir. Başka bir ifadeyle, felsefe üzerine bina edilmiş olan bir hayat topluma karşı içsel bir sorumluluk var eder.
- Sponsorlarımız-
Böylece felsefi yaşam tarzı bize ezber bir şekilde öğrenilmiş soyut ilkeleri şimdiki an’ın canlı hissiyatına aktarıp varoluşsal bir bilince nasıl eriştirebileceğimizi, hayatın karşımıza çıkarttığı sorunları nasıl çözebileceğimizi gösteren bir pratiktir. Antik felsefenin insandan temel talebi kendini bizzat dönüştürmesidir. Felsefe iyiye yönelmedir, değişimdir, düşünce ve hayat tarzında esaslı bir devrimdir. Bu bazen, Sokrates’te olduğu gibi, bilgenin hayatı pahasına da olsa peşinden gitmekten geri kalamayacağı zor bir tercihtir.