İslami bağlamda mistisizm, geleneksel olarak hem bilgelik hem de felsefe anlamına gelen hikmet kavramıyla iç içe geçmiştir (Nasr, 1996). Tasavvuf un ve İslam’daki mistik unsurların kökeni, Kur’an’a ve İslam doktrinine kadar uzanır. Kur’an’daki bazı ayetler, İslam’ın mistikleri ve filozof-mistikleri tarafından alegorik ve ezoterik ipuçları olarak yorumlanmıştır.
Örneğin, şu ayetler mistik bir bakış açısıyla derin içgörüler sunar:
- “O, hem Zâhir’dir (açık) hem de Bâtın’dır (gizli)” (Kur’an, 57:3).
- “Kime hikmet verilirse, o gerçekten bol miktarda iyilik almıştır” (Kur’an, 2:269).
- Ve özellikle Nur Suresi’nin şu ünlü ayeti:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde bir lamba bulunan kandil gibidir. Lamba bir cam fanus içindedir. Cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu, ne doğuya ne batıya ait olan mübarek bir zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur. Öyle ki, ateş ona dokunmasa bile yağı neredeyse ışık verir. Bu, nur üstüne nurdur. Allah, dilediğini nuruna iletir. Allah, insanlar için örnekler verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir” (Nur Suresi, 35).
Bu ayetler, ezoterik bilgelik açısından birçok Müslüman gnostik tarafından yorumlanmıştır. Şihabeddin Sühreverdî (12. yüzyıl) ve Molla Sadrâ (16. yüzyıl) gibi düşünürler bu ayetler üzerine derinlemesine çalışmalar yapmış, örneğin Molla Sadrâ’nın “Kur’an’ın Işık Ayeti’nin Hermeneutiği Üzerine” adlı eseri önemli bir örnek oluşturmuştur. İslam felsefesinin diğer entelektüel geleneklerle sonraki etkileşimleri ve gelişmeleri, İslami bir bağlamda mistik unsurların rasyonel ifadeleri olarak değerlendirilebilir. İslam’daki mistik unsurlar, iki farklı ve bağımsız biçimde varlık gösterir.
- Sponsorlarımız -
- Pratik Boyut: Tasavvuf, İslam’ın en saf haliyle ezoterik boyutunu temsil eder.
- Teorik Boyut: Mistik unsurlar yavaş yavaş İslam felsefi geleneğine dahil edilmiştir.
Bu nedenle, İslam mistisizmi iki temel üzerine inşa edilmiştir:
- Pratik Temel: İçsel arınma ve çileciliği içeren pratik bilgelik.
- Felsefi Temel: Söylemsel akıl yürütme ile ezoterik bilgeliği birleştiren bir düşünce sistemi.
Sonuç olarak, ezoterik bilgelik hem manevi uygulamalarla hem de felsefi arayışlarla elde edilebilir. İslam’da mistisizm, bu iki boyutun bir arada değerlendirilmesiyle zengin bir gelenek oluşturmuştur.
İslam’daki erken teolojik düşünce okullarının ardından, İslam düşüncesi çeşitli yeni ekollerle zenginleşmiştir. Bu dönemde deterministler (Kaderîler), eskatologlar (Mürciîler ve Veîdîler) ve inanç temelli teologlar (Eş’ariler) gibi farklı gruplar ortaya çıkmıştır. Bu düşünsel çeşitliliğin üzerine, İslam felsefe geleneği ve onun birçok farklı okulu eklenmiştir. İlk Müslüman filozof olarak kabul edilen El-Kindî, bu geleneğin başlangıcını oluştururken, Helenistik düşüncenin İslam felsefesi üzerindeki en belirgin etkisi Ebû Nasr el-Fârâbî’nin (10. yüzyıl) eserlerinde görülür. El-Fârâbî, İslam felsefesinde “mantığın babası” olarak anılır ve Yeni Platonculuğu sınırlı bir anlamda benimseyen ilk kişidir. Ayrıca, tasavvufun İslam felsefesine girmesinin yolunu açan paradigmayı geliştiren de odur.
İslam felsefesinin önemli bir özelliği olan Neoplatonizm, entelektüel ve pratik olmak üzere iki işlevi yerine getirmiştir. Bu iki işlev, felsefi bir hayatın ayrılmaz parçaları olarak kabul edilmiştir. Entelektüel olarak Neoplatonizm, çokluğun birlikten nasıl ortaya çıktığı ve maddi varlıkların bedensiz bir Tanrı’dan nasıl kaynaklandığı gibi temel sorulara yanıtlar sunmuş, aynı zamanda varlıkların yükselen ve alçalan düzenini açıklamıştır.
El-Fârâbî’nin mistisizmi, hem felsefi hem de pratik boyutlarda kendini göstermiştir. Felsefi olarak, onun Risâle fi’l-Akl adlı eserinde ortaya koyduğu dört akıl kavramına dair yorumu, Yeni Platonculuktan etkilenmiş ve halefi İbn Sina’nın (981–1037) düşüncelerine zemin hazırlamıştır. El-Fârâbî, Platon ve Aristoteles’in fikirlerini uzlaştırmaya çalışırken, Platon’u mistik bir figür olarak görme eğilimindedir. Ayrıca, siyasi felsefe tartışmalarında Platon’un “filozof-kral” idealini, gerçeği sezgisel olarak anlayan ve hem teorik hem de pratik erdemlere sahip bir “imam” figürüyle değiştirmiştir. Bununla birlikte, tasavvufa dair etkiler eserlerinde görülse de, El-Fârâbî’nin bir sufi olduğuna dair kesin bilgiler bulunmamaktadır. Örneğin, onun bestelediği müzik eserleri bazı tarikatlar tarafından seslendirilmiş ve Fusûs al-Hikem adlı eseri tasavvufi bir etki taşımıştır.
- Sponsorlarımız-
İbn Sina’ya gelince, onun felsefesi genel olarak rasyonalist bir çerçeveye oturur. Bilim insanlarının çoğu, İbn Sina’nın Platon, Aristoteles ve Yeni Platonculuk’tan belirli kavramları benimseyerek eserlerini oluşturduğunda hemfikirdir. Ancak, İbn Sina’nın mistisizmle ilişkisi konusunda iki farklı yorum bulunmaktadır: Bazı araştırmacılar onu tamamen rasyonalist bir filozof olarak görürken, diğerleri, özellikle hayatının son döneminde mistisizme yöneldiğini savunur. Batılı akademisyenler genellikle İbn Sina’nın söylemsel ve rasyonalist metinlerine odaklanarak onu bir rasyonalist olarak tanımlar (Gutas 2006, Adamson 2013). Ancak, İranlı araştırmacılar başta olmak üzere birçok Müslüman filozof, onun eserlerini daha geniş bir perspektiften incelemiş ve mistisizme ilgi duyduğu sonucuna varmıştır (Nasr & Leaman 1996, Inati 1996).
İbn Sina için nihai felsefi çaba, özellikle yaratılışın gizemini anlamak üzerine odaklanmıştır. Bu, İlahi birliğin nasıl varlıkların çokluğuna dönüştüğünü açıklama çabasıdır. İbn Sina, bu sorunu çözmek için Neoplatonik yayılma şemasını benimsemiştir. Bu şema, yalnızca sufiler ve İslam gnostikleri tarafından insanın Tanrı’ya doğru manevi yolculuğunu açıklamak için değil, aynı zamanda Sühreverdî, Molla Sadrâ, Sabzivârî ve Tabâtabâî gibi filozof-mistikler tarafından da kullanılmıştır.
İbn Sina, bilinen bir Sufi tarikatına bağlı bir Sufi değildi. Ancak, yazılarında mistik unsurlar bulunduğu açıktır. Büyük Sufi üstadı Ebu Said Ebu’l-Hayr ile görüşmesi ve “oryantal felsefe” (al-hikmet al-mashraqiyyah) anlayışını benimsemesi hakkındaki bilgiler ise büyük ihtimalle uydurmadır. Bununla birlikte, eserlerinde mistik unsurların varlığı inkâr edilemez. Örneğin, İbn Sina’nın şaheseri el-İşārāt ve’l-Tenbīhāt’ın dokuzuncu bölümü, Âriflerin Makamları başlığını taşır ve burada tasavvuf öğretilerine yer verdiği görülür. Ayrıca, Miracnâme, Risalet-i Tâir, Hayy İbn Yakzan ve Risâle fi’l-İşk gibi alegorik eserlerinde ve El-Kaside-i Ayniyye adlı şiirinde sufi ve irfanî unsurlar belirgindir.
- Advertisement -
İbn Sina ile birlikte Pers coğrafyasında rasyonalist felsefenin zirvesine ulaşılırken, aynı dönemde iki entelektüel eğilim daha ortaya çıkmıştır. Bir yanda felsefeyi tamamen reddeden ve yalnızca tasavvufu temsil eden Ebu Hamid Gazzâlî yükselmiştir. Diğer yanda ise İsmaili düşüncesi, Sufi ve Hermetik-Pisagorcu fikirleri birleştirerek felsefi bir bağlam geliştirmiştir.
Gazzâlî, felsefe eğitimi almış ve inanca dayalı teolojiyi (Eş’arî) temsil eden bir düşünürdü. Başlangıçta akla önem verse de kısa süre içinde felsefeye karşı çıkmış ve Tehâfütü’l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) adlı eserinde felsefenin eleştirisini yapmıştır. Felsefeden tatmin olmayarak tasavvufa yönelmiş ve yıllar süren bir inziva dönemi yaşamıştır. Bu süreçte hakikati Sufi geleneğinde bulmuş ve hayatının geri kalanını tasavvufu öğreterek, yazarak ve uygulayarak geçirmiştir.
Gazzâlî, tasavvuf anlayışında dini ortodoksiyi (Şeriat), gnostik entelektüel çerçeveyi ve zühdü benimsemiştir. Ancak, İslam hukukunu ihlal eden ve özgür yaklaşımlar sergileyen bazı Sufilerden farklı olarak, katı bir Şeriat gözlemcisi olmuştur. Tasavvuf üzerine yazdığı eserler arasında, aydınlanma doktrini (işrâk) üzerinde etkili olan Mişkâtü’l-Envâr (Işık Nişi) dikkat çeker. Ayrıca, İhyâʾü ʿUlûmi’d-Dîn (Dini Bilimlerin Dirilişi) adlı eseri, tasavvufun hem teorik hem de pratik boyutlarını açıklayan önemli bir kaynaktır. Bu eserinde, dua, oruç ve ilahi isimlerin zikri gibi pratiklerin ruhun arınmasındaki önemine vurgu yapmıştır.