DR. ÖMER ULUÇAY
Düşünen varlık olarak insan; kendisini, çevresini, dünyayı, kâinatı maddi ve manevi, sembolik yönleriyle bilmek istemekte; bu nedenle gözlem, deney, tefekkür yapmakta, keşif ve icatlarda bulunmakta, kurallar, kanunlar koymaktadır. İnsanlık tarihinde çaba bir birikim yapmıştır. İnsanoğlu doğa olayları, toplumsal ve sağlık sorunlarıyla başa çıkamadığını ve en önemlisi ölümlü olduğunu kavrayınca; gelişin nereden ve gidişin nereye ve nasıl olacağını, bunların seyir ve serüvenlerini bilmek istemektedir.
Bu amaçla yapılmış gayret ve çıkarımlardan; aklın ve duyguların önemini kavramıştır. Bu geniş sorunlar çemberi içinde, her bilim dalı kendi sahasında keşif ve tespitlerde bulunmuş, kural ve kanunlara ulaşmıştır. Ama yine de soruna çözüm olmamış ve yöntem birliği/yeterliliği oluşmamıştır. Konu bireysel düşüncede; hayal, tasavvur ve sistemleştirmeye, şematize etmeğe dönüşmüştür. Yaradılış, evrenin yapısı, unsurları, gelişimi, sonuçları ve gidişatı tahmini, ön-kabullere dayalı açıklamalarla bireyselleşmiş, rivayete, inanca, dine ve kutsiyete bürünmüş, “nass”a sayılmıştır. Aksini savunmak dinden çıkmışa/ihanete dönüşmüş, aforoz/tekfir ve idamla sonuçlanmıştır.
Bu bir fikri aktivite olarak, daha çok felsefe bilim dalı içinde mütalaa edilmiş ve zekâ/akıl, kutsal kitapların yazdıklarından, ruhbanların rivayetlerinden farklı sonuçlara varınca ve aklın sorularına ruhban cevap veremeyince, işin kolayına kaçılmış ve kestirmeden felsefi düşünce(akıl) sınırlandırılmış(takyit) ve “vahyin/geleneğin” emrinde olması(Kelam) istenmiş, aksi halde ceza şart görülmüştür.
- Sponsorlarımız -
Tarihi süreç içinde insanlar; farklı çağlarda, kültür/uygarlık düzeylerinde, farklı din ve inançlarda, yaşama biçimlerinde var-ola gelmiş ve yukarda belirtilen konular hakkında farklı anlayış/kabullerde bulunmuşlardır. Farklı cevaplar, zaman içinde hükümsüz kalmış ve tarih olmuştur. Buna rağmen dinlerin; Tanrı, evren, insan tasarımları, yaradılış, yaşamın öncesi ve sonrası tartışıla gelinmiştir.
‘Korku ve ümit’, insan toplumunda ortak, süreç ve sonuç belirleyen unsurlar olmuş ve bunlara cevap/alternatif üretilmiştir. Doğanın ve insanın varlığı, doğum-ölüm, aydınlık-karanlık, yararlı-yararsız, iyi-kötü, cismaniyet-maneviyat birer gerçektir. Bunlar sonuçta var-yok, müspet ve menfi noktasında objektif, gerçek ve belirgindir. Sorunlara verilen cevaplar ve bunlardaki aktörleri renkler, sıfatlar, olaylar, varlıklar, süreçlerin tamamı “mümkün” noktasındadır; varlık ve yoklukları kesin değildir ve ancak muhtemeldir. Varılan bu durakta bir nefeslenip diyelim ki (pozitif bakıp) “inanmak güzeldir”.
İnsan kendisini ve çevresini düşünerek ilerlemektedir, tikelden tümel varmaktadır. İnsan kendisini keşfetmekte ve donatmakta, kudretini kullanmakta, bunun kaynağını araştırmaktadır. Toplumsal yaşam içinde kendisini güvende görmek ve umutlarını gerçekleştirmek istemektedir. Bunların bir kısmı bireysel gayret ve becerilerle hal olmakta ve fakat büyük bir kısmı sorun olarak devam etmektedir. Kişi tefekkür ile bedeninde, zihninde merdivene /miraca çıkmakta ve daha geniş ufuklara açılıp alternatif fikirler üretmektedir.
İnsanın kendi bedeninde bu tefekkür ve seyir içinde gördükleri, yaşadıkları, umut ve hedefleri değişmekte, olgunlaşmakta ve şekillenmektedir. Bir heyula, hayale, tasavvura dönüşmektedir. İnsan Ziguratın her katında daha bir olgunlaşmakta ve buralara varmış insanlar görerek yola koyulmaktadır. Kimi kuşların takati azdır, seyre dayanmaz, yoğun düşer ve bulunduğu katta kalır; kimisi güçlüdür, irtifa alır ve yükselerek Ezel’e, Ebed’e, Nur’a varmak ister.
Düşünen/arayan insan seyrine bir hedef saptamış ve bunun yolunu aramış, bulmuş, döşemiştir. Gidiş/dönüş daha hızlı olmaktadır, ruh bedeni daha çabuk terk ederek bildiği durakları geçmekte ve buralın görüntüsünü beyne/kalbe nakşederek nasiplenip dönmektedir. Bedendeki bu iç değişim, kalbe, yüze vurmakta, dili-işleği değişmekte, daha iyiye, doğruya, güzele ve yarlıya, barışa ve sevgiye, eşitlik ve bölüşmeye, af ve feragate koşmaktadır. Gördüklerini, kendisinin işittiklerini, saniyeler içinde hissettiklerini bir ömür anlatacak ve bitiremeyecektir. Bu değirmenin suyu artık hep akacaktır, bu çeşmeden susamışlar kana kana içeceklerdir. Bu İrşat noktasıdır.
- Sponsorlarımız-
Mümkünü açıklama bakımından böylesine bir anlatım sırası daha anlaşılır olacaktır. Çünkü bu arayışın merkezinde, ”arayan insan” vardır. Arama, çevreden başlayacak, yayılacak, uzaklara, gaybe varacaktır. Bu arayışlarının verilerini değerlendirecektir. Yani kendisi yol açacak ve diğer insanların açtığı yollardan gidecektir. Bu “tüme varım”dır. Merkez insandır. Tanrının belirtileri ayan-beyandır ve fakat kendisi Gayb’dadır. Arayan bulur, akıl O’na varır, “vacip” görür.
Dini efsaneler, mitolojiler, teoriler; Tanrıdan başlayarak, evrenin, insanın yaradılışını nazariyeler halinde anlatmakta ve bunun anlatıcıları, unsurlarının akliliği konusunda bir yetersizlik ve zorlama olursa, buna ilaveler alternatifler yapılmaktadır. Böylece tümden gelimci bu grup arasında, ön-kabullerin ortak noktaları bulunmakta, yeni keşiflerden yararlanılarak değiştirmeler yapılmaktadır. Konu daha çok metaforlarla anlatılmakta, gedikler atlanarak yola devam edilmektedir. Hak/Gerçek araştırmacısına yol açılmakta ve seyir sırasındaki tasarımlı, unsurlar, nazariyeler, kurgular anlatılmaktadır. Bu söylenenlerin tamamı “mümkün” noktasındadır. Konuşulması, insanı teselli etmekte, hayret ve dehşete, ülfet ve hasrete dönüştürmekte, bir an önce “son durak”a varmak önerilmektedir. Şahıs, dünya nimetlerinden uzak düşmekte “fakirlik/açlık” teşvik edilmekte ve bu insanlar yokluk içinde mutlu olmaya çalışmakta ve ölünce yenidünyadaki muhtemel nimetlere kavuşmayı ummaktadır. Belirtildiği gibi bu “mümkün” dairesindedir, delili yoktur ve faraziyedir, “inanmak umuttur, umut yaşatır”.
*
- Advertisement -
İnsanlar; yeryüzünde ortak yaşamanın ilke ve teşkilatına uygun düşündü ve hayalen/fikren semada buna benzer ve fakat bundan güçlü, hünerli figürler tasavvur ederek âlemler ve figürler peyda ederek, görevlendirdi. Merkeze bağlı gittikçe çoğalan, kesin itaatli bir hiyerarşi içinde yaratım ve denetleme, cezalandırma sistemi kurdu. Bunun yanında insan kendisini de ölümsüz kılmak için cennet fikrine vardı. Hatta buradaki yaşamı özendirdi, dünya ve beden zevkleriyle süsledi. Ayrıca alınmamış öçler ve haklar için, sisteme karşı yapılmış yanlış davranışlar için büyük, herkesi kaplayan, eşit ve hür davranan bir mahkeme düzeni var edildi.
Ölümden sonraki hayat hakkında nazariyeler ileri sürüldü. Gök varlıkları olarak; insanlardan farklı, üstün, ölümsüz, güzel, güçlü, zaman ve mekân tanımayan, adaletli varlıkların olması gerektiğine inandı ve bunlar arasında da hiyerarşiyi zorunlu gördü.
Bu varış noktasında; doğa olaylarını sevk ve idare eden, yapan-koruyan ve yok eden, her zaman yeni bir yaratım içinde olan, ezel-ebedi, baki olan, herşeyden haberdar, ışık ve nur olan; insan şeklinde tasavvur edilip Kral, Padişah, Melik, Şah olarak makamı, tahtı (arş-kürsi) bulunan, başında tacı olan, emreden, herkesin itaat ettiği bir nur/ışık olan ve akla/hayale, söze sığmayan Zorunlu Varlık vücuda geldi. oldu.
Evrende, yücelerde ve aynı zamanda her yerde; tasavvur edilen bu Varlığın işaretleri herşeyde ve her zaman, kesin olarak ayan/beyandır, ancak bilenler bunu gördü ve Varlığa inandı. O’nun emrinde yetkili doğaüstü yaratıklar, sistemin koruyucusu olarak, insanlarla iletişime aracı oldular.
Böylece Bir Varlık, yardımcılarını var etti ve sistem kurdu. İnsanlardan aklı yetenler bunu anladılar; tüm gelişmeleri bölümlere ayırdılar, isimler verip, anlamak ve anlatmak için özel isimler ve kavramlar kullandılar. Böylece tarihin farklı dönemlerinde, bu Büyük/Ekber/Mezda Varlık’a, bu Zorunlu Varlık’a(Vacib’ul Vücud) gibi farklı isimler verdiler. Sınırsız sıfat ve fiillerini esasa alıp adlandırdılar. Yaratılışın unsurlarını (su, hava, ateş, toprak, esîr/ether, cevher) esas alarak tasavvurlarını açıkladılar. Ama hepsi aslında Bir Varlığı anlatmaktadır. Ne var ki dil ve kavram ile hayal/tasavvur ve bilinç farkı bunları ayrı, bazen zıt unsurlar olarak algıladı. Henüz anlatım ve sınıflandırmada birlik oluşmamıştır. Kâinat, varlıklar, madenler, coğrafya ve hatta insanın düşüncesi sınıflandırılıp/gruplandırılmıştır, ancak teozofi bunda yeterli olmamıştır.
Sonuç olarak, Yaradan Var’dır ve Bir’dir. O’nun görevlileri emirdedir ve hükümleri sınırlıdır, kontrol ve denetleme altındadırlar. Mutlak olan Bir’dir. Bu nedenle, isimler ve ibadet, yalvarı, yüceltme şekilleri/seremonileri çoktur ve fakat amaçları Bir’dir. Bu nedenle dinlerin adı ve şartı çok ama aslında bunların özü Birdir. Bir hüküm olarak denilir ki “Din Bir’dir”. Her inanç güzel ve haktır; her yol, her dil, her renk, her devirde, her coğrafyada, her donanımda ki(cahil-âlim, fakir-zengin, kadın-erkek, genç-yaşlı vd.) insan, İlaha varır. Kişiler, zekâ kabiliyetlerine, beden ve ruh hallerine ve bir de kısmetine göre Varlığı/Teos’u/Tanrı’yı ve O’nun sıfat ve fiillerini, hadisatı algılamaktadır. Varlık yolcuları arasında da bir hiyerarşi ve çeşitlilik vardır ama bunlarda amaç birliği vardır. Hedef “iyi insan” olmaktır. İyi olanın tanımı ve sınırları engindir, içeriği zendindir, korkulara siper ve dileklere dermandır.
Evet yaşamda yanlışlar ve hatta kötüler de vardır. Bizim gözümüz “iyi olan”dadır. Yüce Varlık bizi kötüden korusun. Aslında kötü-karanlık da ayrı ve önemli bir konudur, bunu ayrıca açıklamak gerektir. İyi-kötü, insan seçimindedir. Doğal olanların hükmü insan kudretinin dışındadır. Bunu açıklamak için “Vacib’ül Vücud” nuruna/sırrına ihtiyaç vardır.
Tanrı ve Din insan içindir.