SEFA MEMETOĞLU–HEMHAL
İnsan ırkı dünyanın astronomik ve olağan hızından daha hızlı değişimler yaşıyor. İleri teknolojiler, ulaşım, iletişim ve bilişimde çığır açan yenilikler, metaverse ve yapay zekâ gibi hayatımıza dâhil olan her yeni şey sosyal ve kültürel hayatımızda her ‘an’ değişime sebep oluyor. Zihin dünyamızı ise aynı hızda bu değişime uydurmak oldukça zor. Yer yer zaman ve mekân algımız da kaotik bir hale bürünüyor. Modern dünya insana pek çok yenilikler kazandırırken, belki aynı oranda da kaybettiriyor.
Dijital kameralara yansıyan doğa ile insan gözüne yansıyanın farklı olduğuna bir işaret olarak Walter Benjamin ‘’Yakın çekimde mekân, yavaş gösterimde ise zaman genleşir’’ diyordu. Oysa bugün olağanüstü hızıyla akan dijital gözlerimiz uzak çekimde mekânı, hızlı gösterimde ise zamanı daraltıyor.
Tekniğin ilerlemesi yalnızca doğa bilimlerinde gün yüzüne çıkacak bir şey değil. Bu süreçte ve akışta toplumun gerilimlerini kavrayamamak ciddi bir sorunsalı teşkil ediyor. Tekniğin ön açıcı eşiğinin ötesinde bireye ve topluma yansıyan yıkıcı enerjisi uzun vade de derin yaralar açıyor. Savaş tekniklerinde ilerlemiş olmak, bilişim ve ulaşım teknolojilerinde insanlık tarihinin devrimine ulaşmak, bir türlü anlamına kavuşmuş ahlaki ve politik toplumun normları açısından yeterli olamıyor. Küreselleşen çağın dünyasında halen uluslararası ilişkilerimizi belirleyen temel taşlar bunu anlamaya yeterlidir.
- Sponsorlarımız -
Bir tarafta tank ve topların, savaş uçaklarıyla dijital dünyanın kapılarını aralarken, öte tarafta küresel köylerin duvarlarına sıkışmış gettolarda, mahalle içlerinde en temel fiziksel ve bedensel ihtiyaçların sınırlarında boğulmuş bir çelişkiyi yaşıyoruz. Dünyanın en derin çukurundan daha derin bir gelir eşitsizliği, kaynakların hoyratça kullanılıp keyfice tüketilmesi, milyonların travmatik göçü, toplumlar ve bölgeler arası uçurumların gün geçtikçe açılan makası gün gibi ortada. Böylesi zamansız bir mekânda anlam arayışımızdan ve iç dünyamızdan uzaklaşıyoruz. Uzaklaştıkça dış dünyamıza da yabancılaşıyoruz.
Zamanın insanı, tüm bu olağanüstü hızlı gelişmeleri vahşi kapitalizmin esareti ile iktidar ve otoriterliğin vesilesi olarak kullandığında neredeyse kendini bir daha hatırlamamak üzere unutuyor ve kaybediyor.
Bu yüzden olmalı ki pek çok dinlerde ve özellikle İbrahimî dinlerde ahir zaman vurgusu yani zamanın sonu – dünyanın son günleri hep bir tedrici tedirginlik sebebi olmuştur. Her ne kadar inananlar bunu daha çok fiziksel faktörler üzerinden değerlendirmiş olsa da göz ardı edilen tarafı insanın buhranıdır. Tükettikçe kendini kaybeden, kendiyle beraber dünyayı yaşlandıran insanın.
Tarihte dönem dönem olduğu gibi bugünde dinlerin bu buhran içinde artık dünyayı dönüştürme misyonları gölgede kalmışa benziyor. Yeni nesil inançlar çoğu yerde dünyadan kaçınılacak bir sığınak sunmakla yetiniyor.
Anlam dünyasının yokluğu yaşamı hiçleştirirken, flu görmenin kendi özelinde pozitifliği yerini kaosa bırakıyor. Ruhu beden ile, hayatı ölüm ile, adaleti zulüm ile bulanıklaştırıyor. Bulanıklıkta, bunalımı doğuruyor.
- Sponsorlarımız-
Dünyanın sokaklarına indikçe yaşam ve ölüm sanal bir karmaşa içerisinde dolaşıyor. Güney Koreli düşünür Byung-Chul Han ‘’kuşatmanın disipline edici mekanları’’ndan bahsederken neoliberal rejimin beden suretinde bir ‘’ruh’’ gibi davrandığını söyler. Öldürerek tedavi eden zihinsel bir çöküş hali.[1]
İnsanın buhranı, günümüzde ‘özne’ yanılgısıyla içkindir. Oysa özne ‘’kendini sömüren bir kendilik girişimcisidir’’ Kim daha çok tüketir yarışında özne, körden daha kör olarak görmek istemeyendir. Belki de gördüğünü zanneden kör ya da ‘görme’nin kendisinden bihaber olandır.
Bir zombi gibi verili tek değer, olabildiğince incelip soyutlaşmış ‘beden’dir. Beden hareketleri dâhil, iradenin sanallığı özgürlük yanılgısı üretir. ‘Performans öznesi’ aslında zombivari bir mutlak köledir. Kendini ölümsüz hisseden bir zihinsizlik hali. Terry Eagleton bugüne varan hali için olmalı ki; ‘’İnsanlık tarihinin travmatik hakikati, ağır yaralarla dolu bir bedendir’’ diyor.
- Advertisement -
Yaşam ve ölüm, varlık ve yokluk, sanal ve gerçek, distopya ve ütopya, cennet ve cehennem; araf ve hakikat büyük bir çelişki ile içkin, insan zihninin anlam dünyasında arayışını sürdürüyor.
Şu koca evren, dünyanın çıkmaz sokağı. Şahitliğini yaptığımız dünya ise insanın çıkmaz sokağı. Vedat Türkali bir romanında ‘’dünya insanlar için bir gömütlüktür’’ derken çok haklıdır. Yaşama ölüm gölgesi düşürerek cennet gibi sunan tiranlar dâhil; dünya, insanın evrendeki tabutudur.
İnsanın on binlerce yıllık hikâyesinin iki-üç asırlık son diliminde neyi kazanıp neyi kaybettik? Küresel kapitalist zorbalık ruh özgürlüğü yanılsamasıyla suni bedenleri hızlandırıp hiçleştiriyor; Hayatın hızı ise ölüme kavuşmamızı fark etmemizi engelleyecek şekilde ayarlanıyor ve ölümden ötesini unutmamız için ölümü unutmamız isteniyor!… (Dücane Cündioğlu)
Yönetmen Charles Barker’in ‘’Simülasyon’’[2] adlı sinema filmi sanal gerçeklik üzerine kurulu, oyuncularını içine hapseden bir ‘ölüm oyunu’. Son teknoloji ile donatılmış kıyafetler ve ekipmanlar dışında, simülasyonun içinde zihin dünyasının sınırlarını zorlayacak bir gerçeklik var. Oyun mu ölüm mü? Gerçeklik düzeyi hiçte sanal olmayan ve acının da var olduğu bir dünya. Oyunda öğrendiğiniz bir kural ya da gerçek: oyunda ölen gerçek hayatta da ölüyor! Tersi olarak gerçek hayat gibi görünen şu dünyanın sınırları içindeki ölümler sahici bir oyun olabilir mi? Dünya hayatı da ölüm ötesinden bakınca (bakabilenlerce) bir nevi ‘simülasyon’a benziyor olabilir.
İnsan ırkı, akıl, öfke ve şehvetinin sınırlarının simülasyon da neye denk düştüğünü ayırt edemezcesine uçsuz bucaksız haliyle yüz yüze. ‘’Kuvve-i akliye, gadabiye ve şeheviye’’nin iki ucunda gidip gelerek arafta bir hakikati, hakikatte araf olmaksızın kendini kaybeden insan vasatı arıyor.
İnsan, tabiat ve evren arasında olması gereken ahenk yerini benlik kavgasına bıraktıkça yaşamın kemale ermesi zorlaşıyor. Ölüm uyanışı öncesi Hz. Muhammed’in ‘’Ölmeden evvel ölünüz’’ uyarısı hayatın tamama ermesinden önce anlamını bulması olmalı.
‘’Ölüm yaşamın tamamına ermesi’’[3] ise, ölümlerden ölüm beğenen yeryüzünün lanetlileri için yaşamdaki hiçlik nedir? Oysa ebedilik suyu içmişçesine yaşama histerisi ile ‘’politik ölüm’’lerin gölgeleri birbirine düşüyor dünyamızda.
İnsandan başka da tarihini ölüm üzerine kuran bir canlı türü yok. Aynı insan, yaşam üzerine ölmek yerine koca bir yalan ve zulüm üzerine ölebiliyor. Sanal gerçekliği, gerçeğin sanalıyla yıkmamalı.
Çünkü ‘Olmak ölmek, ölmek özgürleşmektir.’ (D. Cundioğlu)
Önünde sonunda karanlık ve aydınlık ile ölüm ve yaşam gerçekliğine kavuşacaktır.
Nitekim ‘’Yokluğun yerini hayatın alması gibi, hayatın yerini de tarih almıştır’’
(E. M. Cioran)
[1] Han, B.-C. Psikopolitika: Neoliberalizm ve yeni iktidar teknikleri, Metis Yayınları (2019)
[2] https://www.imdb.com/title/tt3923388/?ref_=nm_ov_bio_lk
[3] Terry Eagleton. Akıl, İnanç ve Devrim, Tellekt Yayınları (2021)