İslam düşüncesine göre tarih felsefesi, belirli bir tarihi determinizm üzerine kurulmuştur. Tarih, insanın kendisi gibi, yaratılışla başlayıp bütün zamana ve mekâna yayılmış diyalektik bir çelişkinin, iki zıt ve düşman kutup arasında sürekli bir savaşın hâkim olduğu kesintisiz bir olay zinciridir. Tarih, zamanın çizdiği bir yol üzerinde insan türünün gerçekleştirdiği hareketlerdir. İnsan türünün kendisi, mevcudatın en mükemmel temsilcisi, yaratılışın en açık tezahürü olan bir küçük kâinattır. Tabiat, onda kendi şuuruna varmakta, onunla birlikte mükemmeliyete doğru yürümektedir. –canlı, şuurlu, uyanık tabiat- Bir başka deyişle, insan, tüm mevcudata hâkim olan mutlak irade ve şuurun tezahürüdür ve antropolojiye göre insan, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi ve vekilidir. Bu yüzden, insanın özünün ortaya çıkışını ve oluşumunu içeren insanlık tarihi, olayların gelişigüzel biçimlendirdiği, tesadüfî, adi, gayesiz, hedefsiz, anlamsız bir şey olamaz. Tarih, hiç şüphesiz, dünyadaki diğer gerçekler gibi bir gerçektir. Belirli bir noktada başlamıştır ve kaçınılmaz bir biçimde belirli bir noktada sona ermek zorundadır. Bir amacı ve bir yönü olmalıdır. İnsanın kendisi gibi, çelişkinin başlamasıyla birlikte o da başlamıştır. Âdem kıssası, aynı zamanda, kelimenin gerçek ve felsefi anlamında, insanında hikâyesidir. İnsan, ruhla balçığın, Allah ile şeytanın kendi içinde mücadelesiyle başlamıştır. Başlangıç noktası, Habil’le Kabil’in mücadelesidir. Gerçek tarihin başlangıcı budur.
Hz. Âdem’in oğullarının ikisi de insandı, beşerdi, tabiiydi, ama mücadele halindeydi. Biri diğerini öldürdü ve tarih başladı. Âdem’in mücadelesi, kendi içinde, kendi özünde süren bir mücadeleydi. Bu yüzden, Âdem’in kıssası nasıl insan felsefesinin kaynağı ise, Habil ve Kabil’in mücadelesi de tarih felsefesinin kaynağıdır. Bu mücadele, tarih boyunca, tarihi bir diyalektik içinde hep var olan iki zıt kutbun mücadelesidir. Bu yüzden tarih, insan gibi, diyalektik bir süreç içerir. Çelişki, Habil’in Kabil tarafından öldürülmesiyle başlar. Benim görüşüme göre Habil, mülkiyetin ortaya çıkmadığı, ilkel toplumcu, çobanlığa dayalı bir iktisadi sistemi temsil etmektedir. Kabil ise tarıma bireysel veya tekelci mülkiyete dayalı bir sistemi temsil etmektedir. Kabil Habil’i öldürmüş ve böylece mücadele başlamıştır. Tarih, işte bu mücadelenin savaş alanıdır. Çobanlığa dayalı ekonominin temsilcisi Habil, toprak sahibi Kabil tarafından öldürülmüş; üretim kaynakları üzerindeki ortak mülkiyet dönemi-yani çobanlık, avcılık, balıkçılık dönemi- ve kardeşlik ruhu, gerçek inanç sona ermiş; yerine tarıma dayalı ekonomisiyle hilekârlık ve başkalarının hakkına saldırmaktan çekinmeyen özel mülkiyet dönemi başlamıştır. Habil ortadan kalkmış, Kabil tarih sahnesine çıkmıştır. Hala da sahnededir.
Bu anlattıklarımı, Hz. Âdem’in, oğullarına aralarındaki geçimsizliğin çözümü için Allah’a birer kurban sunmaları söylemesi üzerine, sunak taşına Kabil’in bir avuç sararmış hububat koymasından ve buna karşılık Habil’in kızıl tüylü genç ve değerli bir deve getirmesinden çıkartıyorum. İşte bu yüzden birincisi tarımın ikincisi de çobanlığın temsilcisi diye düşündüm. Tarih, aynı zamanda balıkçılık ve avcılık dönemi de olan çobanlık döneminde tüm üretim kaynağının tabiat olduğunu gösteriyor. (Kıssadaki deve bunu simgelemektedir) Ormanlar, denizler, çöller ve ırmaklar… Tüm bu kaynaklar, tüm kabilenin emrindedir ve üretim araçları da, büyük ölçüde insanın elleridir. Başka bir araç gerekse bile, herkes kendi aracını kendi yapabilir; çünkü bilinen araçlar son derece basittir. Üretim kaynaklarının (su ve toprak) veya üretim araçlarının (inekler, saban vs.) tekelci veya bireysel mülkiyeti söz konusu değildir. Her şey, eşit olarak herkesin hizmetindedir. Toplum ruhu ve kuralları, ana-babaya saygı, ahlaki yükümlülüklerini dosdoğru yerine getirilmesi, toplu hayatın kurallarına mutlak uyum gösterilmesi, din duygusundan fıtri bir arılık ve içtenlik… Bu üretim sisteminde insanın belli başlı manevi nitelikleri bunlardı. Habil’i tüm bunların temsilcisi olarak kabul edebiliriz.
İnsanoğlu tarımı öğrenince, hayatı, içinde yaşadığı toplum ve bütün düzen, köklü bir değişikliğe uğradı. Bu değişiklik bence tarihteki en büyük devrimdir. Bu devrimle birlikte ortaya yeni bir insan çıktı: Güçlü ve kötü bir insan… Böylece medeniyet ve farklılaşma dönemi başladı. Tarım sistemi, tabiattaki üretim kaynaklarını sınırlandırdı. İleri üretim araçları ve karmaşık üretim ilişkileri ortaya çıktı. Ekilebilir toprak, ormanlar ve denizler gibi herkesin emrine serbest verilecek kadar bol olmadığı için, insanlık tarihinde ilk olarak tabiatın bir bölümünü kendine ayırıp, başkalarını ondan uzak tutma, yani özel mülkiyet ihtiyacı baş gösterdi.
- Sponsorlarımız -
Daha önce insan toplumunda birey yoktu. Birey, kabilenin kendisiydi. Fakat tarımla birlikte, herkesin birbiriyle kardeş olduğu, tek bir aileye benzeyen bu yekpare toplum bölündü. Daha önce özel mülkiyette olan toprağın bir bölümünün tek bir insan tarafından –diğerlerini dışarıda bırakacak şekilde- gasp edildiği gün, ortada kanun, din veya miras namına hiçbir kural yoktu. Mesele zor kullanılarak çözümlenmişti. Çobanlık döneminde, kabiledeki güçlü kişilerin bu gücü, kabileyi veya kabilenin itibarını korumaya; avcılık ve balıkçılığın daha etkin biçimde yapılmasına yarıyordu. Fakat şimdi bu güç, bazı ‘hak’ları belirlemede kullanılmaya başlamıştı. Özel tüketim ölçüsünü, özel mülkiyetin kazanılmasını öncelikle güç belirliyordu. Tarihin bu bıçak sırtı anında, Marks’ın teorisinin tam tersi doğrudur: ‘Güç kazanmayı’ belirleyen özel mülkiyet değil; özel mülkiyet kazanmayı belirleyen güçtür. Bireye ilk özel mülkiyet kazanma imkânı sağlayan ‘güç’ ve ‘zor kullanma’dır. Güç, insana özel mülkiyet sağlamış, giderek özel mülkiyette bu gücü yasal ve tabii bir kılıfa büründürerek, sürekliliğini ve daha da artmasını güvence altına almıştır. Özel mülkiyet, yekpare toplumu ikiye bölmüştür. Zira özel mülkiyet kural haline gelince, hiç kimse gerçekten ihtiyaç duyduğu kadarıyla yetinmemeye başladı. Artık her olayda, ihtiyaçların sınırını belirlemek, bireyin kendisine kalmış bir işti. Bu yüzden insanlar ihtiyaç duydukça edinmeyi bir kenara bıraktılar, istedikçe edinmeye başladılar. Oysa Habil’in sisteminde (veya toplu mülkiyet sisteminde) insanlar ihtiyaç duydukça balık tutup avlıyorlardı. Açık ve cömert tabiat, daima emirlerine amadeydi. Emek sadece ihtiyaçların giderilmesi için harcanıyordu. Üretimde kim daha yetenekliyse o daha çok kazanıyordu ama herkese açık, cömert tabiatın, ormanların, denizlerin bolluk saçtığı o günler artık geride kalmış, insanlar tarım ve toprağın kendilerine verebildiği sınırlı lokmanın başına üşüşmüşlerdi. Hırs ve açgözlülük ile birbirleriyle boğuşmaya başladılar. Bu yeni toplumsal hayat tarzında, kartallar ve akbabalar (Habil’in kıssasında ‘karga’), daha zayıf kuşların kanatlarını kırdılar, onları çevrelerinden uzaklaştırdılar. Daha önce toplum çöllerde, ırmak boylarında, okyanus kıyılarında birlik ve uyum içinde dolaşan bir göçmen kuşlar sürüsü gibi idi. Ama şimdi özel mülkiyet denen leşin çevresine üşüşen kuşlar, tekelci bir tutkuyla birbirlerinin gözünü oymaya başlamışlardı. Daha önce özgürlük, barış sessizlik ve canlılıkla dolup taşan insanlık ailesi, şimdi birbirleriyle savaşan, düşman kamplara ayrılmışlardı. Bir tarafta ihtiyacından ve işleyebileceğinden çok daha fazla toprağa sahip olan bir azınlık vardı ve ellerindeki toprağı tek başına işleyemedikleri için başkalarının işgücüne ihtiyaç duyuyorlardı; öte tarafta ise, çalışabilecek durumda oldukları halde, işleyecek toprak ve araç bulamadıkları için aç kalan çoğunluk vardı. Yeni toplumsal düzende çoğunluğun akıbeti belli olmuştu: Kölelik. Köleliğe mahkûm edilen bu yeni sınıfın ne toprağı, ne suyu, ne şerefi, ne soyu, ne ahlakı, ne vakarı, ne düşüncesi, ne sanatı, ne eğitimi, ne değeri, ne hakkı, ne gerçeği, ne ruhu, ne anlamı vardı. İhtiyaç duydukları her şey başkalarının elindeydi. Bir sınıf, sadece maddi değil, maddi olmayan üretim kaynakları üzerinde de tekel kurmuştu. Eğitim, kültür, edebiyat, bilim ve sanatla uğraşma fırsatını ve imkânını, el emeği harcamak zorunda olmayan bu sınıf buluyordu.
Her iki sınıf, daha önce yekpare bir toplumda, aynı ruhu, aynı duyguyu, aynı şeref ve vakar kavramını paylaşarak yaşamışlardı. Avlanmak için ormana ve denize birlikte gitmişlerdi. Tabiat zenginlikleri tıpkı birlikte soludukları hava gibi, hepsinin, yani kabilenin ortak malıydı. Birbirleriyle eşit ve kardeştiler. Hepsi Âdem’in oğullarıydı. Âdem ise topraktandı. Şimdi ise, aralarına giren mülkiyet denen leş kargası yüzünden, birbirlerine düşman kesilmişlerdir. Akrabalık bağlarının yerini kölelik zincirleri; eşitliğin yerine eşitsizlik; kardeşliğin yerini düşmanlık almıştı. ‘Din’ bir aldatma ve maddi çıkar sağlama aracından başka bir şey değildi. İnsanlık, uzlaşma ve merhamet ruhunun yerine; baskı, nefsaniyet, kabalık, cinayet, saldırganlık, hâkimiyet tutkusu, imtiyaz, başkalarını hor görme, zayıfı öldürme, mülkiyet için herkesin ayağını kaydırma, kardeşini öldürme, babayı tartaklama, hatta Allah’ı aldatmaya kalkışma gibi kötülükler yer aldı.
Böylece, bu iki tipin (yani, inanç, barış ve fedakârlık adamı Habil’le, tutkularına tapan, saldırgan Kabil’in) çevrelerini, uğraşlarını ve sınıflarını bilimsel ve sosyolojik temele dayalı psikolojik bir çözümlemeden geçirdiğimizde, ikisi arasındaki farkı derinlemesine kavramamız mümkün olabilir. Soylarının, babalarının, analarının, ailelerinin, yetişme tarzlarının, çevrelerinin, dinlerinin aynı olduğunu biliyoruz. Bu ilk çevrede, insan toplumunun henüz tam anlamıyla oluşmadığını, bu yüzden değişik fikir çevrelerinin, kültür kürelerinin ve toplumsal kürelerin henüz ortaya çıkmadığını düşünüyoruz. Dolayısıyla, bu iki kardeşin –en azından birbirlerine böylesine düşman olmalarını sağlayacak derecede- değişik dini veya eğitime bağlı unsurların etkisi altında kalmadıklarını da biliyoruz.
Her bakımdan başlangıçta birbirlerine benzedikleri halde, daha sonra değişik veya zıt yönlerde gelişen iki fenomenle karşılaştığımızda uymamız gereken bilimsel ve mantıki yöntem, bunların her birini etkileyen nedenlerin, şartların ve unsurların birer listesini yapmaktır. Böylece hem ortak özelliklerini, hem de birbirlerine zıt veya çelişkili yönlerini çıkartabiliriz. Kıssadan anlaşıldığına göre, iki kardeşin tek farklı yönü, farklı işlerde uğraşmalarıdır. Bu farklı işler, iki kardeşin iktisadi ve toplumsal konumlarını da farklılaştırmakta, uğraştıkları işlerin türü, üretim yaptıkları alan ve buna bağlı olarak üretim yapıları, iktisadi sistemleri birbirleriyle çelişmektedir.

Bir yandan Habil’in kişiliğiyle –çobanlık, avcılık ekonomisinin belirlediği- ilkel toplumcu dönemin sınıf psikolojisi arasındaki kesin özdeşlik; öte yandan Kabil’in kişiliğiyle, sınıflı toplum insanlarının toplumsal ve sınıfsal özellikleri (Köle-efendi sisteminin psikolojisi) arasındaki özdeşlik; açıkça bizim teorimizi desteklemektedir.
- Sponsorlarımız-
Müfessirler ve diğer din âlimleri Habil ile Kabil’in kıssasını anlatan ayetlerin, insan öldürmenin (cinayetin) mahkûm edilmesi için nazil olduğunu belirtiyorlar. Bence bu çok yalın ve yüzeysel yorumdur. Benim teorim doğru olmasa bile, bu kıssanın anlamı ve amacı onların sandığı kadar da basit olmasa gerekir. İbrahimi dinler (Özelliklede İslam), söz konusu kıssayı, insanoğlunun bu dünyadaki hayatının ilk büyük olayı olarak zikretmektedirler. Bunun biricik amacının, cinayeti mahkûm etmek olması bana pek inandırıcı gelmiyor. Altında yatan derin anlam ne olursa olsun, bence bu kıssadan çıkartılacak tek ‘hisse’, ‘böylece anlamış olduk ki, adam öldürmek kötü bir şeydir, onun için bu kötülüğü işlemekten kaçınmalıyız… Bundan sonra, özellikle kardeşlerimizi öldürmeyelim’, demek değildir.
Benim görüşüme göre bu olay. Tarihin akışını birdenbire saptırmış olan, insanlık tarihini en önemli olayını temsil etmektedir. Çünkü bu kıssa, ilkel toplumun, avcılığa ve balıkçılığa dayalı üretim tarzında ifadesini bulan eşitlik ve kardeşlik düzeninin sonunu ve bu düzenin yerine tarımsal üretimin geçişini; özel mülkiyetin doğuşunu; ilk sınıflı toplumun, imtiyaz ve sömürü sisteminin ortaya çıkışını; zenginliğe tapmanın başlamasını; gerçek inancın kaybolup, düşmanlığın, hırs ve tamahın, yağmacılığın ve köleliğin, kardeş katilliğinin alıp yürümesini anlatmaktadır. Habil’in ölmesi, Kabil’inse sağ kalması nesnel tarihi gerçeklerdir. Gerçekçi, eleştirel, ilerici bir çözümleme de, o zamandan beri ‘din’in, hayatın, ekonominin, yönetimin ve insanın akıbetinin hep Kabil’in ellerinde olduğunu gösterir. Aynı şekilde, Habil’in zürriyet bırakmadan öldüğün ve bugünkü insanlığın, Kabil’in varislerinden meydana geldiğini biliyoruz. (Burada varis sözü biyolojik anlamda değil; tipolojik anlamda kullanılmıştır.) Her toplumda, her çağda düşünce ve maneviyat kargaşasının, dengesizliğinin sürüp gitmesinin nedeni Kabil’in toplum, yönetim, ‘din’, ahlak ve dünya görüşünün evrenselleşmesidir.
Kabil ile Habil arasındaki çelişkinin kaynağı, Kabil’in Habil ile nişanlanan kız kardeşini, kendi nişanlısına tercih etmesidir. O, Habil’in nişanlısını almakta ısrar etmiş, Hz. Âdem’in onayıyla gerçekleştirilen nişanın hükümsüz sayılmasını istemiştir. İki kardeş, Hz. Âdem’in huzuruna gitmişler; o da, her birinin Allah’a bir kurban sunmasını önermiştir. Kimin kurbanı kabul edilirse, o kızla o evlenecek, kaybedende sonuca razı olacaktı. Kabil hile yapmaya yeltenmiş, kurban olarak sararmış hububat sunmuş ve tabii kurbanı kabul edilmemiştir. (Kabil’in gerekli olduğuna inandığı zaman hileye, hatta Allah’a karşı hileye başvurmasına dikkatinizi çekerim. Kabil düzeninin bütün temsilcileri aynı şekilde davranıyorlar.) Bunun üzerine Kabil tekrar hileye başvurmuş, Allah’ın hükmüne değil de kendi tutkularına uymayı tercih etmiş ve –kendisinden hiçbir şey istemeyen, Allah’a sahip olduğu en kıymetli şeyi, en güzel devesini sunan ve kurbanı kabul edilen- Habil’i öldürmüştür.
- Advertisement -
Bu olaydan bir az önce aralarında geçen konuşma da ibret vericidir. Kabil’in kendisini ölümle tehdit etmesine karşılık, Habil’in cevabı: ‘Fakat ben sana karşı elimi kaldırmayacağım.’ olmuştur.
Böylece Habil’in temsil ettiği toplum ve düzen, hiçbir direnme göstermeden yerine Kabil’in saldırgan ve gasp düzenine bırakmıştır. Habil ile Kabil kıssası üzerinde düşünürken, cinsiyet meselesinin, ekonomiden daha güçlü ve daha belirleyici bir aktör olup olmadığında ilk bakışta tereddüt ettim.
Freudizm bu durumda haklı olamaz mıydı? Çelişkinin ilk kelimesi, her şeye rağmen ‘kadın’dı. Babalarının durumunda da her şey Havva ile başlamıyor muydu?
Fakat bir az daha derin düşünürsek, işlerin bu derece basit olmadığını görülür. Çelişkinin ilk kaynağının, Kabil’in kardeşinin nişanlısına göz dikmesi olduğu doğrudur. Buraya kadar Freud haklı gibi görünmektedir. Ama eğer Freud, cinsiyetten daha önemli bir veya birkaç faktör kabul ediyor olsaydı, bu kıssasın cinsiyetin en önemli faktör sayılmasıyla çözümlenemeyeceğini o da kabul edecekti. Cinsiyet meselesine değinmeden önce bu meselenin halledilmesi gerekir: Kabil’in, kardeşinin nişanlısına duyduğu ilgi yüzünden, böyle bir sorun çıkmasına yol açtığı doğrudur. Ama iki kardeşten niye Kabil böyle bir davranış göstermektedir? İki kardeşin de aynı soydan ve aynı çevreden geldiğini bildiğimize göre, ikisinin de tıpatıp aynı şekilde davranmaları, aynı kararlılığı ve dürüstlüğü göstermeleri gerekmez miydi? Özdeş şartlarda, iki kardeşten yalnız birinin böyle davranması bilimsel olarak mümkün görülse bile bu neden Kabil olsun? Üçüncü olarak, kıssasın metninden kardeşler arasında geçin konuşmadan ve kıssayı nakledenin değerlendirmesinde (Bu kıssa, Hıristiyan ve Yahudi metinlerinde de zikredilmekteydi.) çıkartılacak ‘hisse’, Habil’in iyi, Kabil’inde kötü tip olarak belirtilmesidir. ‘Karakter’ kelimesi yerine ‘tip’ kelimesini özellikte kullandım. Çünkü ‘Karakter’ deseydim, Kabil’in sadece şehvet düşkünlüğü ve maddecilik gibi kötü karakteristikleri olduğu, buna karşılık Habil’inde sadece dindarlık ve hassasiyet gibi iyi karakteristikleri olduğu anlamı çıkabilirdi. Oysa bunlardan biri tamamen ‘kötü adam’ın diğeriyse tamamen ‘iyi adam’ın timsalidir. Bu yüzden Habil’in sağlam mizaçlı bir insan olduğu; insanlık dışı ve dengesiz bir toplumsal düzenin, çalışma tarzının, iktisadi düzenin onu yabancılaştırmadığı, çarpıtmadığı, saptırmadığı veya kirletemediği sonucuna vardım. Tüm bunlar onu kötürümleştirmemiş, sakatlamamış, Marcuse’ün deyimiyle onu ‘kırıp’ komplekslerle kirletmemişti. Aynı zamanda babasına karşı derin bir sevgi duyuyor, kardeşine muhabbet besliyor, Allah’a inanıyor, Kardeşi gibi şehvetin esiri de olmuyordu. Ama güzellik karşısında ilgisiz ve duygusuzda değildi. Kabil’in bütün tehdit ve uğraşmalarına rağmen, bir kerecik olsun, sofuca, bir boyun eğmeyle: ‘Al kardeşim, ben vazgeçiyorum, üzerinde tartışmaya değmez, al senin olsun.’ demiyor.
Habil bir erkekti, bir âdemoğluydu… Ne daha fazla, ne daha eksik. Bu metinle ilgili tüm açıklamalar onu tanıtıyor. Bence bunun nedeni, çelişkisiz ve ayrımsız bir toplumda yaşamış olmasıdır.
Kabil, doğuştan kötü değildir. Özü Habil’inkiyle aynıdır. Hiç kimse doğuştan kötü değildir, çünkü herkesin özü, Âdem’in özüyle aynıdır. Kabil’i kötü yapan, köleliği ve efendiliği doğuran, insanları kurt, tilki ve koyun haline sokan insanlık dışı düzen, sınıflı toplum ve özel mülkiyet rejimidir.
Bu çevre, düşmanlığı, kabalığı, nüfus ticaretini, baskıyı, zulmü, oburluğu ve açlığı, hırsı ve tamahı doğuran çevredir. Hayat felsefesi, yağmacılık ve yaltaklanma üzerine kurulmuştur. Hayat, ezenler ve ezilenlerden, bencillikten, aristokratik kibirden, istifçilikten, hırsızlıktan, gösteriş ve debdebeden ibarettir. İnsani ilişkilerin temelinde karşılıklı pohpohlama, sömürme ve sömürülme yatar. İnsanların hayattan beklediği, azami eğlence, azami refah, azami şehvet ve azami iktidardır. Her şey, bencilliğin çevresinde dönmektedir. Her şey iğrenç ve tamahkâr ‘ben’e feda edilmiştir. İyi, müşfik, temiz Habil’in kardeşi, Hz. Âdem’in öz oğlu Kabil’in cinsi tutkularına esir olarak her an yalan söylemeye, hile yapmaya, inancını hiç çekinmeden balçığa bulamaya hazır bir yaratık haline getiren, hem de bunu çılgınlık halinde, dosdoğru ve gelip-geçici bir şehvet sonucu yaptıran bunlardır. Hayır, Bay Freud!… O, bütün bunları, cinsi içgüdüleri, diğerlerinden daha güçlü olduğu için değil, insani erdemleri olağanüstü zayıfladığı için yapıyor. Eğer Freud’un dediği doğru olsaydı da, çok şiddetle istediği şeye kavuşmak için her şeyi göze alsaydı, o zaman çok kıymetli kızıl tüylü deveyi Habil’den önce kendisi kurban ederdi. Eğer Freud’un dediği doğru olsaydı, babasının önerisini duyar duymaz, Kabil’in tarlaya doğru seğirtip, tüm mahsulü ateşe verdiğini görürdük. Buna karşılık Allah’ın rızasını kazanıp, istediğini elde edebilmek için Kabil’in verip verebildiği sararmış bir avuç hububattan ibarettir.
Bu kıssayı böylesine ayrıntılı incelememin nedeni, en başta, bu kıssanın sadece ahlaki gayelerle dolu olduğu düşüncesini çürütmek; ikinci olarak da, bu kıssanın, iki kardeş arasındaki mücadeleyi anlatmadığını açıklamaktır. Bu kıssa, insan toplumunun iki kolunu, iki değişik üretim tarzını anlatmaktadır. Bu tarihin; bütün çağlarda ikiye ayrılmış insanlığın, hala sona ermiş olmayan savaşın nasıl başlandığının hikâyesidir. Habil’in temsil ettiği kol, ezilmişlerin, tarih boyunca Kabil’in özel mülkiyet sistemi tarafından köleleştirilmişlerin, halkın koludur. Habil’le Kabil’in kavgası, her kuşağın yeniden yaşadığı bitmeyen bir kavgadır. Kabil’in bayrağı, hâkim sınıflar tarafından hep yüksekte tutulmuş, Habil’in kanının intikamını almak tutkusu ise, adalet, özgürlük ve gerçek inanç için her çağda savaşmış olan torunlarınca kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.
Kabil’in silahı ‘din’di, Habil’in silahı da ‘din’di. Bu yüzden dinin dine karşı yürüttüğü mücadelede insanlık tarihinin demirbaşlarındandır. Bir tarafta Allah’a ortak koşan, toplumda şirke ve sınıf ayrımına gerekçe hazırlayan ‘şirk dini’, öbür tarafta da, Allah’ın birliğini, bütün sınıfların ve ırkların eşitliğini savunan tevhit dini… Habil’le Kabil’in tarih boyunca süren mücadelesi, aynı zamanda tevhitle şirkin adalet ve eşitlikle toplumsal ve ırki ayrımın da mücadelesidir. Sahte ‘din’le, uyuşuklukla, statükoculukla gerçek Din, canlılık ve devrimcilik arasındaki mücadele insanlık tarihi boyunca sürmüştür, sonuna kadar da sürecektir. Kabil ölüp de, ‘Habil’in düzeni’ yeniden kurulanan kadar bu devam edecektir. Bu kaçınılmaz devrim, Kabil tarihinin sonu olacaktır. O zaman, bütün dünyada eşitlik gerçekleşecek, eşitlik ve adalet temelleri üzerinde birlik ve kardeşlik sağlanacaktır. Tarihin kaçınılmaz gidişi budur. İnsan hayatının tüm şubeleri evrensel bir devrim geçirecektir. Allah’ın müjdeledikleri gerçekleşecektir: Biz, memlekette güçsüz sayılanlara (Mustaz’aflara) iyilikte bulunmak onları önderler kılmak, onları varis yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun, Haman ve her ikisinin de askerlerine çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk. (Kasas, 5)
Geleceğin bu kaçınılmaz devrimi, Habil ve Kabil’in mücadelesiyle başlayan, yönetenle yönetilen arasındaki diyalektik çatışmanın zirvesi olacaktır. Tarihin kaçınılmaz sonucu, adaletin, eşitliğin ve gerçekliğin zaferi olacaktır.
İki grup arasında sürüp giden bu mücadeleye seyirci kalmadan, yerini belirlemek her bireyin kendi sorumluluğu içindedir. Bir yandan bir türlü tarihi determinizme inanırken; öte yandan bu tarihi determinizm sürecinin bağrında yatan bireyin özgürlüğüne de inanıyorum. Bu ikisi arasında bir çelişki de görmüyorum. Çünkü tarih, -bilimsel olarak gösterilebilecek- evrensel bir determinizm süresinde ilerlemektedir ama bireylerde bu sürece katılıp onu mukadder hedefine doğru bilim ve bilgiyle hızlandırmak veya cehaletle, bencillikle, fırsatçılıkla ona karşı çıkmaya yeltenerek ezilmek arasında bir seçim yapmalıdırlar.