YAKUP EMRAH
Post-modernizm kötülüğün küreselleşmesidir diyebiliriz. Her gün kollektif bir gayretle büyüttüğümüz gölge, bir bulut gibi insanlığı kuşatmıştır. Anlamın intiharıyla insan, amaçsızlık bataklığında “post-modern anksiyeteler” yaşamaktadır. Bu durum post-modernizmin yarattığı epistemolojik zehirlenmeden başkası değildi. Bu minvalde Batı felsefesi anlam adına verdiği mücadelede yeni anlamsızlıkların doğuşuna neden olmuştu.
Bu açıdan bakıldığında, Horkheimer ve Adorno’nun da işaret ettiği üzere günümüz felaketlerinin kaynağını; ilki, insan varlıkları tarafından tabiatın hakimiyet altına alınması; ikincisi, insan varlıkları içerisindeki tabiatın tahakküm altına alınması ve nihayetinde, bazı insan varlıklarının diğerlerini tahakküm altına alması şeklinde, üçlü bir anlam çerçevesine sahip, kör bir hakimiyet modelinde bulmak mümkündür. Her ne kadar Horkheimer ve Adorno, irrasyonel hale geldiğini düşündükleri araçsal akla yönelik başı çeken figür olarak Francis Bacon’ı eleştirseler de yegâne suçlu olarak modern bilim ve bilimciliği görmeyip, Nietzsche ile paralel bir şekilde, rasyonel ilerlemenin irrasyonel bir hale gelme eğiliminin daha gerilere -İbrani kutsal metinleri ve Grek filozoflarına kadar- gittiğini düşünürler. Zira gerek aklın irrasyonel hale gelmesini gerekse tahakkümü motive eden şey, bilinmeyene yönelik irrasyonel bir korkudur –bir anlamda Nietzsche’nin “hakikat istenci olarak adlandırdığı şey: “İnsanlar kendi kendilerine, bilinmeyen herhangi bir şey kalmadığı zaman korkudan azade olacaklarına inanırlar. Bu ise, mitten arındırmanın yolunu determine eder… Aydınlanma radikalleşmiş mitsel korkudur.”
İnsanın doğa ya da üretim güçleri üzerindeki egemenliği ile tahakkümden kurtulmak arasında doğru bir orantının kurulamaması gerçeği, Aydınlanmanın Diyalektiği’nde ortaya konulan araçsal akıl eleştirisinin merkezî temasını oluşturur. Tabi ki bu, aklın, dolayısıyla da bilginin araçsallaşmasının, yani maddi dünyayı kontrol etmeye matuf olma anlamında teknik bilginin ön plana çıkmasının tabii bir sonucu olup, söz konusu rasyonellik telakkisi, yalnızca doğa bilimlerine has olmayıp, doğa bilimlerinin metodolojisine adeta imrenen sosyal bilimler için de geçerlidir. Bu anlamda Adorno, Horkheimer, Habermas ve birçok çağdaş eleştirmenin, karşı konulmasının gerekli olduğunu düşündükleri şeyin, araçsal/teknik aklın kendisini rasyonalitenin tek biçimi olarak evrenselleştirmesi hususu olduğunu söyleyebiliriz.[1]
- Sponsorlarımız -
Batı felsefesinin büyük siması olan Nietzsche her türlü bilme pratiklerini yorumdan ibaret olarak görmüş ve bu yorumların şeylere yönelttiğimizden dolayı anlamının hiçbir zaman ortaya çıkamayacağını söylemiştir. Aslında Nietzsche kendi elleriyle anlamın anlamını boğmuştur. Nietzsche, insanın yaşamının anlamının sadece mutluluk arayışı ya da acılı bir yaşam olduğu şeklindeki fikri sorgulayınca, sonuçta yaşamın absürd olduğu, anlamsız olduğu fikrine ulaşmıştır.
Derrida’ysa, yazının metafizik olarak kavramsallaştırılmasına söz merkezcilik adını verir. Böylelikle batı düşüncesinin temelinde söz/yazı karşıtlığı olduğuna inanır. Derrida’ya göre anlam sürekli ertelenen, dağılmış ve kararsız bir şeydir. Dolaysıyla ertelenen şey tamamlanamayan ve hep eksik olan şeydir. Anlam olmayınca hakikatte yoktur. Post-modernizmde hakikat belirgin değildir çünkü yorumlar değişkendir. Foucault, hakikati iktidarların tahakküm aracı olarak görür. Üreticisi iktidar olduğu için hakikatin izlerini bulmak zordur.
Her açıdan post-modernizm bulanıklığın ve bunalımın adıdır. Söze, anlama, hakikate güvenin yitirilişidir. Söze, anlama ve hakikate yabancılaşan insan artık küresel kötülüğün nesnesidir. Bu kötülük girdabında hakikat yerine estetiğe ulaşmak vardır. Siyaset artık dil oyunlarına dönüşmüş, sanat piyasanın malı olmuştur. Her şey gösteren ve gösterilen bağlamında değerlendirir dolayısıyla gösterge zincirlerinden kaçmak imkansızlaşır.
Post modern birey hedonisttir. Kişilik ve kimlik sınırlarını doyumsuz tüketimleri belirler. Aslında bu birey kendi kendini sömüren ruhsuz bir köledir. Sadece cesettir ki bütün ilgileri ruhsuz olan bedene çekmek istemektedir. Byung Chul Han şöyle demektedir: Teşhircilik toplumunda her özne kendi reklam nesnesidir. Her şey sergi değeriyle ölçülür. Teşhircilik toplumu pornografik bir toplumdur. Her şey dışa çevrilmiş, ifşa edilmiş, çıplaklaştırılmış, soyulmuş, ortaya serilmiş durumdadır. Teşhir etmenin aşırılığı her şeyi “tüm sırlarından arınmış olarak derhal tüketilmeye açık” bir meta haline getirir. Kapitalist ekonomi her şeyi sergilenme mecburiyetine tabi kılar. Sadece sergilemeye yarayan sahnelemedir değer yaratan, şeyleri her türlü kendine özgülülüğü feda edilmiştir.”
- Sponsorlarımız-
Bauman ise, bireyin sonsuz bir arzulama peşinde olduğunu ve buna bağlı olarak da tüketiminin asla tam anlamıyla doyurulamayacağını söyler. O’na göre; ulaşılacak standart yoktur çünkü; bitiş çizgisi daima koşucuyla ilerler, amaçlar onlara ulaşmaya çabalayandan her zaman bir ya da iki adım daha öndedir. “Arzu ateş gibidir, harika bir hizmetçi, fakat ürkütücü bir efendidir.” Arzunun doyurulması çok zordur ve yolculuk varıştan genelde daha iyidir. [2]
Anlamın intiharını sağlayan Modernizm rüyası ve bu rüyayının kabusu olan Post-modernizmi kesin çizgilerle ayırmak yerine Post-modernizmi modernizmin bir geçiş aşaması olarak okumak daha sağlıklı sonuçlar doğuracaktır. Aydınlanma ve Fransız Devrimine dayanan modern aklın yarattığı kötülüklerin yeni bir basamağı olarak değerlendirmek daha gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Hali hazırda post-modernizmin tam olarak tanımlanmamasının temelinde bu durum vardır.
- Advertisement -
Dahası post-modernizm liberalizmi meşrulaştırmayı sağlayan bir tür ideolojik aygıttır. Aslında bir hiper-dolanıklık içindedir. Aynı beden içinde bir ruh gibidir. Kesin çizgilerle ayıramayacağımız bir birliktelik halindedir. Bu noktada arzularımızı yüceltmemizi isteyen liberalizm, beş bin yıllık uygarlığın en karanlık kaderidir. Liberalizm ve onun muğlak müttefiki post-modernizm aslında bu minvaldeki basitliklerden besleniyor.
Post-Modernist dönemde şeytana satılan ruhlar, artık hasta ruhlardır. Hegel’in ve daha sonra Marx’ın kullandığı gibi alinasyona uğramış varlıktır. Kendisi değildir. Kendisinden başka her şeydir ve kendisine yabancılaşmıştır. Alinasyon erken dönemlerde insanın benliğinin başka varlıklar tarafından (şeytan-cin) ele geçirilmesi anlamında kullanılmaktaydı. Psikolojik temelde, düşünce ve duyunun ağır oranda bozulduğu zihin durumunu ifade eden bir kavram olan psikoz hali diyebiliriz.
Post-modern insan Haizmann’ın şeytanı tarafından aline olmuş insandır. Yaptığı bilinçli ve bilinçsiz anlaşmalarının trajik kurbanıdır. Yarattığı boşluk içinde her gün boğulmaktadır. Çıkardığı savaşlar ile dökülen kanıyla şeytanını resmetmektedir. Aslında post-modern Haizmannlar gökteki merhametli babalarını yani Tanrı’yı öldürmüşlerdir. Derin sarsıntılar ve yalnızlıklar içinde debelenen insanlık toplumsal psikozlar içinde ruhunu ve bedenini şeytana/kötülüğe satmıştır. Bu Haizmannlar şeytanlarının üzerine cesurca gidemedikleri gibi Munch’ın varoluşsal sancılarını resmettiği Çığlık tablosunda ki adama benzemektedir. Hem korkmakta hem de endişe içinde boğulmaktadır. Hainzmann’ın arzuları bedeniyle ilişki yaşamış ve döllenmesinden post-modernizm doğmuştur.
Devam Edecek…
[1] Modern Epistemolojik Kriz ve Post Modern Epistemoloji-Kasım Küçükalp
[2] Bauman-Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar